22 Temmuz 2017 Cumartesi

Horoz miyavlaması






Fethiye yakınlarında bir yerdeyim.
İsmi lazım değil.




Adres vermek istemiyor insan. Korkuyor keşfedilmesinden. Burası dünyanın pek çok saklı cennetinden biri. 

Yazasım geldi.

Horoz miyavlıyor. Anladınız umarım. Yanı başımda uyuyan pisi pisi ve kendisini göremesem de ü'ürü'üüüüüü deyişini duyduğum horoz bir olup yazdırdılar bu cümleyi. 

Kutsal bir vadideyim. Ve yeminle yalın ayağım :)) Tek eksiğim ismimin başındaki "Hz." 

İyi hissediyorum.

Sema yanımda kitap okuyor. Sapiens. Kutsal koy, onun arkasında kalıyor ve her başımı çevirdiğimde yeşilden maviye maviden yeşile cennetten bir fon oluyor sevgili arkadaşımın arkasında. Çamlara bakmaya kıyamıyorum. Aklıma iyi olandan başka bir düşüncenin gelmesini istemiyorum. Allah'a emanet ediyorum her birini tek tek. Ve dallarındaki kelebeği, sincabı, kuşu, kabuğundaki böceği, tırtılı... Elbette cırcırları... cırcırcırcırrrrrrrr 

Yazıyorum.  

Az evvel tuvalete gitmem gerekti. Odaya gideceğime umumi demeye alışkın olduğumuz genel tuvaletleri kullanayım dedim. Elimde telefon, gözlük, anahtar ve bir şeyler daha vardı fakat yanımda onları tutmasını isteyeceğim kimse yoktu. Gayri ihtiyari, bir an bile tereddüt etmeden dışarıdaki lavabonun kenarına bıraktım hepsini. Evde balkon masasına bırakıyormuşum gibi "acaba" sız, "bir şey olur mu" suz. Hiç tanımadığım onlarca insanın neredeyse komün hayatı yaşadığı bu yerde güven hissi nasıl da ce'ee dedi hemen bilmiyorum ve bu konuda başka cümle kurup seviyeyi düşürmek istemiyorum. Bir ibadethane kapısında "ayakkabılarım çalınmış" diye bağıran kadın geldi aklıma. 




Dönüp kimsenin kimseye ters bakmadığı, aslında merak etmediği, kendiyle meşgul, kimsenin şort boyunu yargılamadığı, yüksek sesle konuşmadığı, telefonlarını sessizde tuttuğu, bol bol kitap okuduğu, birbirlerine gülerek günaydın dediği, kedileri, köpekleri okşadığı, çöplerin çöpe atıldığı bu yerdeki insanlar, neredeyse tüm kutsal kitaplarda anlatılan özenilesi kabile halklarını anımsattı bana. 

Kabak'tan sevgiler...









Ekleme gibi bi şey ya da not: 

Kuzenim Sinan Kabak'la ilgili bir instagram paylaşımımın altına yorum yazmış "Kabak koyundaki otelleri habire jandarma basıyor, dikkat edin ota boka bulaşmayın." diye... 😅 Deli bu çocuk. Tabi biz yine de kaldığımız kampın sahiplerine sorduk cidden durum böyle mi diye. Yani aslında birazcık böyle ün salmış Kabak'cık ve bizden evvel Turan Hill Lounge'ı da didik didik etmiş jandarma. Tabi ki bir şey çıkmamış. Tertemiz, şipşirin, dopdoğal, yemyeşil, pışpışırık, Alice'i eksik harikalar diyarı burası.

Kabağa gelen insanların ortak özelliklerini sorsalar çoğunluğa oranla "eğitimli", "entellektüel" ve  "sosyal paylaşımcı" lar derim ama soran yok. 

Bilmiyorum. Anlamıyorum da zaten ama ne bileyim gündüz ve gece kumsalda bulunduk. Sırtüstü yatıp yıldızları seyrettik. Tenha orman yollarında uzun yürüyüşler yaptık. Çadır insanlarının arasından geçtik. Yol insanlarının. Dağ insanlarının. Lüle lüle rastalı, çıngıl tıkış küpeli, selvi boylu al yazmalı bir sürü insan gördük. Ellerinde genellikle su, havlu, kitap tutan bu insanlar az da değillerdi hani. Koy desen minnak mı minnak. Karetta yumurtalarına kol kanat gerilmiş olan kumsalda, memlekette alışkın olduğumuz ve ne acı ki artık kanıksadığımız çöp serpintili manzara yoktu. Kafayı bulmak buysa bilmem ama neyin kafası onu hiç bilmem. Açıkçası öbür türlü uçuşa geçmiş kimse görmedik. :)) Hem ünlü düşünür YoutubeCan ne der "Herkesin hayatına kimse karışamaz." 

"Hoşgörü ve eşitlikçilik bağımlılığı"ndan başka tüm bağımlılıklardan uzak sevgi dolu günlerimiz olsun.




























20 Temmuz 2017 Perşembe

Efesli Tolga / Taşların Dışındaki Efes





Bugün Kuakmer'de çok tatlı bir sunum izledim. Ve şimdi sizi de izlemiş kıvamına getirmeye kararlıyım. Alttaki afiş var ya işte onu görmesem kaçırırdım. İnstagramın faydaları. 




Tolga sempatik bir genç. Neci olduğunu yazayım; 'arkeolojist tarihçi'. Havalı bir titr. Kendisinin nereli olduğu çok önemli; Efesli. Efesli, kulağa biraz tuhaf geliyor olabilir ama beyan esastır. Adam Efesliyim diyor, olamaz kardeşim Afyonkarahisarlısın mı diycez. Atmak için aklıma ilk gelen il enteresan, gitmişliğim bile yok. Kehanet falan mı ki? 

Neyse oturduk hanım hanım sunumu izledik. 

Aslında arkeolojist tarihçimiz azıcık uyanık olsa yöresel kıyafetiyle gelir, Efesliliğine şıp diye inanmamızı sağlardı ama bizim gibi giyinmeyi tercih etmiş. Ne biliyim vardır bi hikmeti. 

Sunum için son hazırlıklar yapılır, mikrofona es es es 1 2 3 denirken, benim kafama Tolga'nın Efesin ne tarafından, kimlerden olduğu falan takıldı. 


ilk defa canlı bir Efesli gören Adalılar onu dikkatle dinlerken


Başladı.

Antik Efes'i Androkios isminde bir arkadaş kurmuş. Ben Tolga'nın yalancısıyım. Tabi gerçek ismi buysa! Tolgakrios? Tolgelles? Tolgufus? hepsi olabilir. Bir Efeslinin adı neden Tolga olsun ki? Çocuk Efeslilerin dilini inanılmaz akıcı konuşuyor. Bi "agata tike" diyişi var, su gibi. Agata tike'nin ne demek olduğunu bilmeyen varsa diye yazıyorum; iyi şanslar.

Bir gün bu Androkios evde annesinin karnıyarık yaptığını görünce tarihe altın harflerle yazılmış o ünlü "anne sen benim patlıcan yemediğimi bilmiyor musun?" sözünü söyleyerek evden çıkmış. Mahalle arkadaşlarını toplamış, içlerinden birinin zeytinliğinde mangal partisi yapmaya karar vermişler. Mangaldaki balıklardan biri çatır çutur kızarmaya başlayınca oralarda dolanan bir domuzcuk sesten  ürküp kaçmaya başlamış. Meğerse onların tanıdığı bir falcı (o zamanlarda kahin diyorlarmış) böyle bir şeyin olacağını önceden söylemişmiş. Elbette Androkios'un domuzu yakalayacağı yerde bir şehir kuracağını da. İşte Efes'in kuruluş hikayesi buymuş. Ama sanırım Tolga'nın büyük büyük babası o sırada daha Efes'te iş tutmamış olmalı ki hiç bahsetmedi. Muhtemelen Priene ya da Afrodisias'da oturuyorlardır tam olarak bilmiyorum. Belli ki Efes'e daha sonra geliyorlar. 

Ben bu kişisel tahmin ve akıl yürütmelerle meşgulken az kalsın sunum alıp başını gidiyordu yakaladım.

Tolga çok ilginç şeyler anlattı. Bütün sağlıkçıları tanıyor çocuk. Kadın doğumcu Soranos, anatomist doktor Rufus. Hayret ettim. Belki de aile büyükleri Efes Devlet Hastanesnin özlük servisinde falan çalışıyordu, bu bilgiler nesilden nesile Tolga'ya kadar anlatıldı. Ne biliyim şaşırdım ben de.

Sonra iki tane ressamdan bahsetti. Parhasius ve Apelles. İkisi de çok usta ressamlar. Öyle ki bir gün sergide kuşlar, Apelles'in çizdiği resimdeki üzümleri gerçek zannedip yemek için resme saldırırlar. Yan tarafta da Parhasius'un yaptığı resim vardır. Apelles kuşların üzümleri gerçek zannetmesiyle biraz havalara girmiş olsa gerek, arkadaşına Ekrem Bora vari bir tavırla  "Kuzumm hadi aç şu perdeyi de senin yaptığın resmi görelim" der. Parhasius gerim gerim gerilip "Ben perde resmi yaptım" der. Tabii Apelles kıpkırmızı. Parhasius bir sıfır öne geçse de Apelles yabana atılacak ressam değildir. İskender bile duymuştur şöhretini. 

Duymuş ve ne yapmış?

Kendi kadınlarından birini getirip "Al" demiş, "soy bunu resmini yap" Apelles apışıp kalmış. "Ciddiyim yap yap" demiş İskender. Naapsın almış kadını "Bacım ben dokunmiiim kendin soyun bi zahmet, sonra da kıpraşma" dedikten sonra başlamış resme. İskender Apelles'i çaktırmadan kontrol ediyormuş fırça falan kaymasın diye... Fakaaat korkulandan da korkuncu olmuş, Apelles kadına aşık olmuş. İskender vaziyeti çakmış. Apelles İskender'in çaktığını çakmış. İskender kendi çaktığını, Apellesin çaktığını çakmış. Kadın hiç bi şey çakmamış. İskender sanata ve sanatçıya olan saygısından kendisine ait bu kadını Apelles'e hediye paketi yaptırmış.  

sadeceressamlaryokefesdebirtanededilbilimcivarismiZENODOTUSondanevvelefesdeyazıyazılırkenkelimelerinarasındaboşlukbırakılmıyormuşokumasınekadarzordurtahminedersinizamaZENODOTUSkelimelerinarasındaboşlukbırakmanınokumayıkolaylaştıracağınıbulmuşvenoktalamaişaretlerinikullanmışZENODOTUSunbizenebüyükiyilikyaptığınıanladınızmışimdiyaZENODOTUSolmasaydınehaltedecektik? 

Sırada Hiponax var. Çok çirkinmiş. En azından Efesli Tolganın büyük büyük büyük ataları, onların eşi dostu konu komşusu, artık bütün tanıdık tanımadık Efes halkı Hiponax'ı çok çirkin buluyorlarmış. Çirkin çirkin diye yapmadıklarını bırakmamışlar adama. O da çaresiz kalıp kötü olmaya karar vermiş ve olmuş. Önüne çıkana ana avrat sövmüş. Argo'nun babası olmuş. Bugün kullandığımız bütün küfürleri tek başına icat etmişmiymiş bilmiyorum çünkü son iki cümleyi uydurdum. 

Kaldinos varmış. Şair. Efes ordusunu gaza getirme görevi onun olduğu için 08:00-17:00 mersiye yazar, öğlen arasında efest food yer dairesine geri dönermiş.

Heykeltraş Agasyus. Fransa'ya kaçırıldığı için bugün Paris'te bulunan eksiksiz anatomi içeren ünlü heykelini yaparken bir rüya görmüş. Rüyasında ak sakallı eksik anatomili bir başka heykel dile gelip ünlü heykeltraşa şöyle demiş; "Yap yap, hatta seri üretime geç. Nakliyeci Apronogidas'ın 45. kuşak torunu Tolgasyus senin bu heykeli insanlara anlatırken o devrin kadınları fotokopi isteyecek." Agasyus ter içinde uyanmış. Fotokopi? Bilememiş hemen tdk sözlükten bakmış. Yine bilememiş. Hayr'olsun deyip yontmaya devam etmiş. 

Yeryüzünde peydah olan ilk Fetöcü Efesliymiş dersem ne dersiniz? Tolga ilk terörist dedi ama ben Fetöcü olduğuna uyandım. İster inanın ister inanmayın ama gerçek bu. Adı Herostrotos. Adam Fetöcü olmasa Artemis tapınağını neden yaksın? Ya da Artemis tapınağını yakan biri Fetöcü değil de necidir? Zaten ha bire salya sümük ağlarmış pis şey. Vatan haini. Yine de tapınak yangını bir anlamda iyi olmuş. İyi dediysem kötünün iyisi. O günlerde koyun sürüsüne dönmüş olan Efesliler ilk defa sorgulamaya başlamış; ulan tanrıça dedik, bi tapınağını koruyamadı, nerde o eski tanrıçalar diye söylenir olmuşlar. O sırada tanrıça burnundan soluya soluya gelmiş. nankörler demiş. Meğerse İskender doğmaktaymış. Bizim tanrıça İskender'in anası olan öbür tanrıçanın suyu patlayınca acil yardıma koşmuşmuş. İskender olup bitenlere o kadar içerlemiş ki, az kalsın geri kaçıyormuş. Düşünmüş, çıktık bi kere demiş. Büyüyünce bunlara para veririm tapınaklarını yeniden yaparlar diye karar vermiş. Bu karar içine sinince rahatlamış. Tanrıça annesinin iki memesinden beşer dakika emip, alttan üstten gazını çıkarmış, Brahms'ın ninnisini mırıldanarak mışıl mışıl uykuya dalmış.

Piksodoros. Çoban. Çoban deyip geçilmeyeceklerden. Aslında jeofizikle, maden mühendisi arası bir iş becermiş adam. Otlattığı keçiler keçilik yapıp toslaşmaya başlayınca, onları ayıracağına "vur vur vur" diye kahverengi keçiye bahis oynamış. İyice sinirlenen keçiler kafalarını birbirlerine, ordan oraya vurmaya başlamışlar. Kavganın en kızışmış anında keçiler bir kayaya vurup çatlamasına, içinden pırıl pırıl bir taş çıkmasına sebep olmuşlar. Piksodoros parlak taşa bakarak, "Çobanlık tecrübeme dayanarak söylüyorum ki, yanan tapınak bu taşlarla yeniden yapılabilir, o zaman evrekaaaaa" diye bağırarak koşmaya başlamış. İnsan keçilerin kafasına bi batikon sürer kardeşim ama nerdeeee.

Feylezoflar en sona bırakılabilirler. Onlar böyle sıralamalara değil, kendi kafalarına göre takılırlar. Karşınızda Herakletios! Siz şayet aileden mallı mülklüyseniz bu filozofumuz gibi neyleyim malı neyleyim dünyayı demeyin derim. Dursun para bi kenarda battı mı? Herakletios "Her şey hep akar, hiç bir şey aynı kalmaz hep akar" demiş. El alemin ağzı torba değil ki büzesin, onlarda onun için "bi hoş oldu" derlermiş. Sevgili Herakletios "kimse beni anlamadı" diye kendini bir yere kapatmış. Canım benim. Sonra bence en güzel sözünü söylemiş; "Sınırlar için olduğu kadar yasalar için de savaşın" 

Sunum bitti.

Biz iyice havaya girmişken Tolga dinlediğimiz için teşekkür edip kapanış cümlelerini uç uca eklemeye başladı. Alkışladık. Çünkü hak etmişti. Çok zevkli, çok bilgilendirici bir sunumdu. 

Azıcık şeyttiysem bilgileri saptırmadık ya, aşk'olsun. 

Bir gün herkes Efesi olacak 😎


Efesli Tolga, Adalı Sibel ve Zeynep





  


   


18 Temmuz 2017 Salı

bakkal kitapevi




Yazlıkçılarla kışlıkçıların neredeyse homojen dağıldıkları hoş bir sitedir burası. Denize sıfır. Ada'ya yürüme mesafesinde. İnsanları selamlı sabahlı. Bol zeytini, kayısısı, çamı olan. Manzaralar kapandıkça çamları biraz fazla budanan!!! 

İşin komik tarafı, biz aynı güvenlik kapısından giren, bu sitenin orta göbeğinde yer alan iki blokluk başka bi şeyiz. Roma'da Vatikan gibi. (Olmadı ya neyse, silemiycem) 

Girişte bakkalımız var. Özellikle market demiyorum. Çünkü değil. Olmasın zaten. Sanırım on beş yirmi sene evvel gelen bir furya ile tabelalarından bakkal'ı silip market yazanlar şimdi pişmandırlar. Tahmin edemediler tabi büyüklerin minikleri yuta yuta devleşeceklerini.

Bu arada büyük marketlerin binlerce insana iş imkanı sunduğunu göz ardı etmiyoruz. fakat bari mevcut küçükler ölmesin yaşasın. Çok mu zor, bir alış veriş listesi yapmak? Listeyle önce bakkalımıza uğramak, olanları ondan aldıktan sonra eksikler için marketlere uğramak? "Öyle deme ama marketler daha ucuz" mu? Ne kadar daha ucuz? İçenler için sigaraya ödenen aylık tutarda, dışarıda bir akşam yemeği hesabına verdiğimiz parada, aldığımız marka bir ayakkabının fiyatında aynı hassasiyeti gösteriyor muyuz? Sütteki 75 kuruşluk farka kafayı takmak ne komik kalıyor bütün bunların yanında.

Gelelim bizim bakkalımıza. Yaz başı bir duydum ki site, bakkalı kurumsala verecekmiş. Genel kurulda oylanacak ve durum belli olacakmış. Biz -o iki blok- fiziki sınırların içinde, yasal işleyişin dışında olmamız sebebiyle elbette genel kurulla bir alakası olmayan insanlarız. Yine de isteğimiz kurumsalın gelmemesiydi. Çok şükür oylamada bakkalımızın devam etmesini isteyenler çoğunluğu sağlamış. Bir de güzellik olmuş kurulda...

Kurumsalı isteyenlerden biri, gerekçe olarak her aradıklarını bulamadıklarını dile getirmiş. Buna cevap veren başka bir site sakini ise belirlenecek hane başı bir miktarla bakkala karşılıksız sermaye desteği yapılmasını önermiş. Ben bunu duyunca o kadar sevindim ki anlatamam. Gelişmelerin sonraki aşamalarını, bu desteğin yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Olsun. Teklif o kadar güzel ki. 


Ve bakkalımızın pek çoklarında olmayan bir özelliğinde sıra.




Fotoğraftaki yakışıklının ismi Birdinç. Kendisi bakkalımızın hem oğlu, hem yardımcısı olur. Elindeki kitap Şefik Can'ın Klasik Yunan Mitolojisi. Yaaa ne sandınız siz bu gençleri? Birdinç görsele fon olsun diye almadı o kitabı eline. Gittiğimde okuyordu. Bana içinden bir bölüm bile anlattı, sonra da bloğumda kullanmam için bu pozu verdi. 

Arkadaki raflar yaz kitaplığı. Gurup Sitesi'ne gelirseniz bu raflara bir kitap bıraktığınız takdirde bir tane alıp götürebilirsiniz. Tabi ben şimdi bir kitap diye sınırlamış olmıyım canım, siz daha çok getirin n'olcak. :))) Bakkal, site girişin tam karşısında. 

Bu arada Gurup Sitesi'ni doğru yazdım. İnanmazsanız site tabelasını göstereyim.



Bi de burası Kuşadası 

😊

💙














17 Temmuz 2017 Pazartesi

böcek





Evin içinde yapış yapış dolaşırken, bir yandan nemli sıcağa çare arıyor; bir yandan da radyodan haberleri dinliyordum.

“Hızlı tren kazası soruşturmasında gelişme. Yakup Kadri Karaosmanoğlu adlı hızlandırılmış tren İstanbul – Ankara seferi sırasında kaza yapmış, 37 kişi hayatını kaybetmişti… Yaz Olimpiyatları Yunanistan'ın başkenti Atina'da başladı…” 

Salonda küçük pencerenin önündeki kanepeden daha serin bir yer yoktu. Serinliğe sığınmaya giderken basamağın kenarında gördüm onu. Şaşırdım. İrkildim. Korktum. Alıştıklarımdan büyük, üstelik çok değişikti. Hızlı mı yavaş mı hareket ettiğini anlamak için bekledim. Yavaşsa sorun yoktu, bir şekilde onu bahçeye atmanın çaresini arayacaktım. Ya hızlıysa? Ya aniden uçarak gelip üzerime yapışıverirse? Bu ihtimal aklımı başımdan aldı. Sıcaktan neredeyse rölantide çalışan bedenim bir anda panik moduna geçti. Hiç düşünmeden bodruma koştum; raftan böcek ilacını kaptım ve nefes nefese salona döndüm. Tıslayan kimyasal tüpünü ona doğru çevirmiştim bile. Hiçbir şeyden haberi olmayan yeşilli kırmızılı böcek sağa sola hareket etmeye çalıştı. Zehirden mamul minik gölün ortasında çırpınıyordu.

Göğsümün üzerinde bir ağırlık, böcek ilacının kutusuyla elimin arasında ıslaklık hissettim. Zehir, bileğimin iç tarafından dirseğime yol tutturmuş, akıyordu. Hangi canavara karşı böyle cansiperane savunmuştum kendimi? 

Körfezdeki tanker kazası canlandı gözümün önünde. Petrole bulanmış kuşlar, balıklar geldi aklıma. Televizyonda, çırpınarak ölen bir deniz kuşunu izlerken nasıl ağladığımı, nasıl isyan ettiğimi hatırladım. Suçluluk mideme bulantı olmuştu. “Neden yaptım bunu?” diye düşündüm. Böcekçiğin çırpınışları git gide yavaşladı. Zehir nasıl tesir ediyordu bedenine? Suya soksam, yıkasam arınır mıydı? Hissettiğim çaresizlik ve pişmanlıkla giderek daha salaklaşan sorular sormaya başladım kendi kendime. 

Derken o anı hayatımın unutulmazları arasına sokacak bir şey oldu. Serçe parmak büyüklüğündeki yeşilli kırmızılı böceğin çırpınışları durdu. Yere çarptıkça çıkarttığı kahredici çat çut sesi kesildi. Ona doğru eğildim. Hayretle fark ettim ki, yeşilli kırmızılı böceğin başı varmış. Hatta başını tıpkı bir insan gibi sağa sola çevrilebiliyormuş. Korkusunu belli edebilen turuncu gözleri varmış. Hayatımda ilk defa bir böcekle göz göze geliyordum. Gözlerimi gözlerinden kaçırmak istedim. Yapamadım. Gözyaşlarım akmaya başladı. Ter. Zehir. Gözyaşı. Vücudumun her yanından bir şeyler akıyordu. Böceğin bakışlarında “Ne yaptım ben sana?” vardı. Son defa hareketlendi, güçsüz bir çırpınışın ardından öldü.


Bahçede servis kaşığı ile açtığım çukura koydum onu. Bu itinalı hareketim sebebiyle tokatlamak istedim kendimi. Öldürdükten sonra nazikleşmek caniliğin şanından mıdır diye düşündüm. Örttüm üzerini toprakla. Yeşilli kırmızılı böceğin arkasından ağladım. 

Seneler boyunca onu her hatırladığımda gözlerim buğulandı, içim sızladı. Kimse abarttığımı düşünmesin. En ciddi yazılarımdan biridir bu. Yaşam kutsaldır çünkü. Masumiyet kutsaldır.



O zamanlar değildim ama bu olaydan kısa bir süre sonra bir sebeple dindar olmayı seçtim. İşin tuhafı dindar değilken bir böceğe yaptığı yanlış karşısında böyle hisler besleyen ben, dindar olduktan sonra eskiyi aratacak yanlışlar yaptım. Hepsi kılıflı minarelerdi ve desteklenip, körüklendi. Kendilerini tarikat olarak adlandırmayan ‘manevi bir guruba’ dahil olmuştum. Bana “Burayı sen seçmedin Allah seni seçti” dendi. Hoşuma gitti. Çok sonraları Allah'ın neleri isteyip neleri istemeyeceğini, hanyayı konyayı yani... hatta biraz daha fazlasını anladım... 

falan filan işte... gerisi kitapta... inşallah biter 










Dünya'yı minicik hayvanlar yönetiyor






"herkese bilim teknoloji" dergisinin Mayıs 2017 sayısında çok etkilendiğim bir yazı okudum. (Dergi, kendi isminde büyük harf kullanmadığı için ben de küçük yazdım. İlla bir anlamı vardır ama kime soracaksın şimdi? Neyse.)





Arka kapakta Hayvanlar Dünyası köşesinde yer alan yazının başlığı 
"Aslında Dünya'yı insanlar değil, minicik hayvanlar yönetiyor" 
Çok güzel, çok etkileyici, çok bilgilendirici, çok önemli bir yazı. 
Önce yazıdan, ardından unuttum sandığım o üzücü anımdan bahsedicem.

Bu yazı sayesinde dağarcığıma bir sürü yeni bilgi eklendi. Mesela jeologların Dünya tarihinin bu dönemine ne isim verdiklerini biliyor musunuz? Yaaa öyle kalırsınız işte. Ama ben biliyorum. Antroposen, yani insan çağı. Peki Dünya'daki en son kitlesel yok oluş ne zaman ve neden oldu? Afedersiniz ama bu sefer kesin çoğunuz apıştınız. (Bilimsel bir makaleden bahsetmek için uygunsuz bir üslubum mu var? Hiç de bile. Bu üslup çokça tavsiye edilir. Ya göründüğün ya olduğun gibi... Hatırladık değil mi?) Devam... Bundan 66 milyon yıl önce alkollü bir gök taşı, virajı alamayıp maviş Dünya'mıza bodoslamadan bindirmiş. Çok fena yok olmuş bizim büyük büyük büyük büyük >>>>>>>> dedeler nineler. Ve şu an Dünya tarihinde ilk defa bir tür -biz yani- diğer türlere hükmediyormuş. Hayır yani içimizdeki çevreciler başa geçmiş, onlar hükmediyor olsa sorun olmazdı da, güç kimlerin elinde malum. 

Hani yazının başlığındaki "minicik hayvanlar" vardı ya vallahi neler neler yapıyorlarmış şaştım kaldım. Hayran kalmamak mümkün değil. Mesela içimizde "dünyanın dokusunu muhafaza etmekle meşgul" kaç kişi var? "Gübre yapma" işiyse tartışılır. Biz de yapıyoruz, hatta Dünya'yı boka batırdık bile. "Çiçeklerden polen yayma" işi? Bunu yapanımız var mı? Ha bire "tohum atan"? "Değerli besinleri işleyerek yeniden toprağa kazandıran" bu da minnak canlıların bıkmadan usanmadan yaptıkları işlerden. Var mı yapanımız?




Çoğumuz hasbelkader ye, iç, gül, oyna, kanalizasyonları doldur felsefesi gereğince bir süre Dünya'da yer kaplayıp belki de ilk ve son kez işe yaramak üzere toprağın altına girip bu minnaklara mama oluyoruz. Hiç yoktan iyidir. 

Aklıma bi şey daha geldi. Biliyor musunuz -bence bilmiyorsunuz- arılar çiçeklerle haşır neşir olmasalar bazı çiçekler tohum veremiyormuş. Ne muhteşem değil mi? Arkadaş bir yandan bal malzemesi topluyor, bir yandan çiçeğin neslinin devamı için üzerine düşeni yapıyor. Tükettiğini yerine koyuyor. (saygı duruşu, saygı düşünüşü lütfen) 

Kardeşim kaçımız bahçemizde bir köşeyi üretmeye ayırdık, bahçe yoksa saksımızda üretmeye çalıştık? Varsa yoksa tüket tüket tüket. Tükettiğini üreten kaç kişi var aramızda? Açık söyleyeyim ben yokum. Ha kendimce hassasiyetlerim var elbette ama tükettiğimi üretmiyorum. Hadi diyorum bunu beceremiyorsun, bari az/gerektiği kadar tüket. Bari tükettiklerinden geri dönüşebilecek olanlar konusunda "insan" ol. Cam, plastik, kağıt meselesi. Çok önemli! Bence bu bir medeniyet göstergesi. Şöyle ki "bana çöpünü göster sana kim olduğunu söyliyim" evet evet! Bir cam şişenin yüzde yüz geri döndüğünü bebekler biliyor artık. Yani cam çöp değildir. Kağıt çöp değildir. Plastiğin çoğu çöp değildir. Çocuklarımız bunu bizden görerek büyüyorlar değil mi? Çok sevindim.

Dönelim ufaklıklara. Orman tabanlarını kim temizliyor? Karınböcekler :))) Benim kızım bebekken karıncaya böyle derdi. Zekice değil mi! Karınböcek. İşte böyle, ufaklıklar boylarından büyük işler yapadursun, biz iki ayaklılar onlara karşı kimyasal saldırılar için ilaç sanayini geliştirelim. Oysa bir böceğin üzerine basabilmek bu kadar kolay olmamalıydı. İster çocuklarımızın geleceğini düşünme gerekçesiyle, ister o minik canlıların yaşam hakkına saygı duymamız gerekçesiyle olsun, ki bence ikincisi asl'olandır ve birincisi onun doğal sonucudur; hiç bir canlıyı öldürmek bu kadar kolay olmamalıydı. 

Ama on sene evvel bu yazıyı yazan kadın :( unutamadığı bir şey yaşadı. Sıra onu anlatmakta. 

Ya da neyse onu ayrı yazayım. 
Hemen yazıcam. 
Başlığı "böcek" olcak, ordan anlarsınız. 

😘













16 Temmuz 2017 Pazar

Fazıl Ege & Zeki




Bugün sabahtan beri komik şeyler oluyor. Ufak tefek ama güldüren, şirin yaz sakarlıkları. Sulu, kedili, kaymalı düşmeli ama bi şey olmamalı sakarlıklar. Niyetimde de sabahın atmosferine uygun iki kikirdeten öyküyü Güllü Lokumuma yazmak var(dı).

Fakat dı'lı geçmiş zamanda kaldı düşüncem. Yok, kötü bi şey olmadı. Sadece bir anne çocuğuna seslendi. Valla hepsi bu. Çocuğun ismini duyunca aklıma biri geldi. O birinin en büyük özelliği ve o özelliği ile bana dokunuşu. 

"Fazıl Egeeee  şapkanı al annem"

(Böylece dedemizin adını da öğrenmiş olduk. Yaşıyorsa sağlık ömürler, vefat ettiyse nurlar diliyoruz Fazıl Beye.)

Çocuğun ismi birini hatırlattı demiştim ya, o birinin ismi Zeki!

Fazıl Ege & Zeki 

"Fazıl'ın z'si ile Ege'nin e'si mi yaptı bu çağrışımı bilemem ama oldu işte. Ya da bilinç altı denilen o yere Zeki'nin minnak yeğeni Kemal Ege geldi de "aaaaaa benim ismime benziyooooo" mu dedi?  Hepsi olabilir.

Neymiş bu Zeki'nin -bence- en büyük özelliği? Hadi büyük demiyim de "önemli" diyim. "Vefa" böyle bi şey işte. Tdk'da tanımı şu; Sevgiyi sürdürme, sevgi, dostluk bağlılığı. Ben "sürdürme" ve "bağlılığı" kısımlarını çok önemsiyorum.

Herkes gibi benim de bir hikayem var. Şimdi yazacak değilim. Yok olmadı. Şimdi yazmaktayım zaten de, buraya yazacak değilim. O ayrı bir çalışma. Merak ettirmek gibi olsun diye çok kısa bahsedeyim...

Kitapta bi kız var (bendeniz olur kendisi) (başlangıçta küçük de sonra kocaman kadın olcak) Bir cumhuriyet ailesinin kızı. Subay baba. Ev hanımı anne. Evlenir. Severek. Bi şeyler olur. Depresyona girme modası da vardır zaten, girer. Huzuru bir tarikatta bulduğunu zanneder. Ona da girer. Depresyondan çıkar, tarikattan çıkamaz. Aklını, fikrini, anne babasından aldığı değerleri cart diye bi kenara atar. 

Neyse işte bu kızın çok iyi bir ailesi, dost çevresi vardır. Düzgün insanlardır. Mutlu aile ilişkileri olan, ayakları yorganları boyunca uzanmış, kimseye borcu harcı, yalanı dolanı olmayan, etraflarına faydalı, aydınlık insanlardır. Bizimkinin yaşadığı değişim karşısında hepsi çok şaşkın ve üzgündür. Neler neler olur akıllara, değerlere, vicdana zarar. Tutar başını örter. Pardesüler falan. Arkadaşlar aile şaşkın. Zaten bin yılın bir başı anca görüşür onlarla. Vakit yoktur. Sohbetler, toplantılar, etkinlikler, falanlar, filanlar... Erer sonra. Bu kesin. Çünkü en yetkili kişi öyle der. Valla yanlış dediyse orasını bilmem. Neyse işte... Kuzenler, arkadaşlar, kardeşler hiç bırakmazlar bunu. Bizimki başlar Kuran'ı kendi başına okumaya. O kadar çok yerde "akla" "düşünmeye" vurgu yapılmaktadır ki, silkelenir, boş verir on senenin "sen var mısın ki aklın olsun" retoriğine.

Kitabını yazıyoruz dedik. Katil uşak mı değil mi söylemem. Şu kadarını söyleyebilirim ama; ana fikir "Aklınıza yakın durun." Ne kendini, ne başkasını suçlama kitabı değil. Çünkü gerek yok. Çünkü hepsi iyi ki olmuş. Çünkü o günler olmasa bu güzel günler olmazmış. Çünkü her karanlık, aydınlığa gebeymiş. 

İyi de Fazıl Ege ile şıp diye aklıma damlayan Zeki bunun neresinde?

Şurasında;

Hani kitaptaki kahramanımız büssürü büssürü şeyler yaşıyordu ya, işte onların en sonuncuları çok... hmmm nasıl desem çok tatsız şeylerdi. İçinde bulunduğu toplulukta -ki onlar kendilerinin kardeşten yakın olduklarına inandırılmışlardı- dostum, arkadaşım, gerçek kardeşim dediği hiç kimse -istisnalar kaideyi bozmaz- "ne oldu? bi de sen anlat, gel beraber doğrultalım şu işi" demezler. Ne yaparlar? Afaroz! Bugün bakınca iyi ki öyle yapmışlar diyor bizimki o ayrı tabi. :))) 

İşte tam o en civcivli günlerde, kahramanımızın telefonu hiç susmaz, hakaretin biri gelir öbürü giderkeeenn... Amanın o da ne beş altı senedir görüşmediği eski bir dergah tanıdığı olan Zeki arar. Şöyle der; "Abla bi şeyler duydum. Dedim ki benim tanıdığım insana bunlar uymaz, illa ki bir sebebi vardır. Emin olduğum için merak etmiyorum. Sanırım zor zamanlar. Bil ki kardeşin olarak koşulsuz yanındayım."

Yahu zaten senelerdir görüşmemişiz, üstelik senin zor zamanlarında 'akıl tutulmam' tavan yapmış olduğundan ben sana böyle bir vefa örneği göstermemişim. İşin mi yok senin çocuk? 

Falan fıstık...

Neydi vefa? Sevgiyi SÜRDÜRME, sevgi, dostluk BAĞLILIĞI.

Kendim yazıyorum diye söylemiyorum cidden çok ilginç, ibretlik bir hikaye. Umarım bitiririm. Umarım çok kişiye ulaşır. Umarım birilerine faydalı olur. Zira uçurumun kenarı her zaman dönülebilen bir yer olmayabilir.

Fazıl Ege şapkasını taktı. Oynuyor. Zaten arka bahçeye gölge geldi artık. Şimdi kalkıp kardeşimin bahçesinden topladığım semizotlarını pişircem. Sonra da gün batımında denize gireriz. Zeki mi? Bilmem. Ya uyuyodur, ya okuyodur. 

























15 Temmuz 2017 Cumartesi

Cancan




Bu sabah diyaliz hastaları hakkında bilmediğim çok önemli bir şey öğrendim. Bir diyaliz hastasının günde içmesine izin verilen su miktarı yarım litreymiş. Çoğu kişi bunu biliyor olabilir elbette, herkes ben mi?!

💜

Sabah bizde çok hoş bir kahvaltı topluluğu vardı. Kıymetli konuklar. Can dostlarla anneleri. Ve bugün aynı zamanda annelerimizden birinin diyaliz günüydü. Koyu ağaç gölgesinde ve denizin çok yakınında olmamıza rağmen "sabah serinliği" ortalarda yoktu. Sıcak, Ada'ya erkenden çöreklenmişti. Hal böyle olunca masaya sık sık büyük bardaklarda buz gibi su taşıdım durdum. Bir süre sonra Ümran teyzenin hiç su içmediğini fark ettik. Konu bu sebeple açıldı ve diyaliz hastalarının günlük yarım litre su hakkı olduğunu öğrendim. 

Kendimi onun yerine koyunca bir an çıldıracak gibi oldum. Kana kana su içememeye mi yanarsın, kahvaltıda bir küçük bardak çayla yetinme zorunluluğuna mı? Diyaliz merkezinde hastalara, yedikleri erikteki su oranını bile nasıl hesaba katacakları öğretiliyormuş düşünebiliyor musunuz?! 

Ümran teyzeciğim bir söyleyip on gülenler tayfasındandır. Bol şükürlüdür. Kahvaltımız bittikten sonra güler yüzünü de yanına alıp diyalize gitti. 12:00 - 16:00 saatleri arasında makinede olacaktı. Orada epeyce kitap okuyormuş. Gün aşırı dört saat az değil hani. Şimdi elinde Kafes var. Kitabı sordum "gerilim" dedi. "Çok gerilme azıcık gevşe" dedim eline bir Leman tutuşturdum. 

Yanında Necdet isminde bir başka hasta varmış. Aynı günlerde diyalize girdikleri için yan yana yataklarda yatıyorlar. Necdet bir bakım evi sakini. Hayat tuhaf. Ummadığın bir anda ummadığın bir yabancıyla yan yana yerleştirilmiş yataklarda yatar bulabiliyorsun kendini. Ancak en yakınlarınla konuşacağın konularda bir yabancıyla dertleşiyorsun. Ve bir gün diyalize gelmezse onu merak ettiğini fark ediyorsun. Yabancı kimdir, yakın kimdir sorguluyorsun. Bütün bunlar Cancan'ın yanı başında oluyor. Ümran teyze çok seviyor onu, "Cancan koydum ismini diyor" Bildiğin okşuyor makinesini. Öpüyor canına can katan Cancan'nını.

O zaman karar verelim;

Alsak alsak bedavaya ne alsak mı? 
Beşinci giysi dolabı, üçüncü giyim odası mı? 
Dokuzuncu hac, on sekizinci umre mi?
Yedi kişi bi danaya girsek mi?
Yoksa on yedi kişi bir diyaliz makinesine mi? 

Akıl başta, el vicdanda kararlar vereceğimiz günlere içiyorum.
Sıhhatinize!



(Ne komiğiz di mi? Yazıyı okuyan her yüz bin kişiden 😎doksan dokuz bini, ilk olarak ne içtiğimi merak etmiş. Bu durumda ana fikir anlaşılmış oluyor. Muhabbet şahane diyaliz makinesi bahane.) 
  














Ergenler Gurur ve Cadı




Küçükada küçük bir adadır. (açıklayıcı yazım tekniğim gözlerden kaçmaz umarım) Bu küçücük adacık babamların çocukluğunda karaya bağlı değilmiş, yol sonradan yapılmış. O vakitlerde gençler -ıssız adada ne işleri varsa artık- 😏 kayıklarıyla giderlermiş Küçükada'ya. Babamın Avare'si varmış. Sapsarı bir çocukmuş babam. Göçmen çocuku bre.





Kayığa atlar, Küçükada'ya giderdim. Kaleye çıkar bi uyku çekerdim offf. (hepsi bu mu bilmiyoruz tabi 😜) Babam yana yakıla beni ararmış. Kimseye söylemezdim Küçükada'ya kaçtığımı ağızlarından kaçırmasınlar diye. Fenerin altındaki kayalıklara çıkar balıklama atlardım denize. Dik girerdim suya ama hemen yukarı verirdim yönümü. Çakılır kalırsın yoksa. Tekrar kayalara tırmanır tekrar atlardım. Sonra bir kere daha ama bu sefer üstteki kayadan. Bir sonrakinde daha üsttekinden. Uçmaktan yüzmeye. Hep çok çok sevdim denize atlamayı.






Ahşap platformdan suya atlayan delikanlılara bakarken babamın sözleri geldi aklıma. Delikanlı dediysem lafın gelişi. Garson boy insanlar. Olsun olsun 14-15 yaşında var yoklar. Bedenleri, çocukluk kalıbından çıkıp erkek olmaya çalışsa da çelimsizdi. Tüysüz ince kolları, az tüylü zayıf bacakları vardı. Platformun üzerinde üç beş adım geriye geliyor, sonra hızla koşup önce dimdik yükseliyor, ardından iki ucu denize bakan bir v harfi oluyor ve en sonunda elleri önde bacakları birbirine bitişik ve yukarıda nefis bir balıklama ile dimdik suya giriyorlardı. Eminim onlar da yönlerini hemen yukarı veriyorlardı. Tıpkı 1950'lerin başlarında aynı yerden defalarca atlayan babam gibi. Yalnız bu tıfıllar hava atma konusunda babama nazaran daha şanslıydılar çünkü başlarını sudan çıkartıp hızla bir sağa bir sola sallayıp saçlarının yüzlerine yapışmasını önlediklerinde kendilerini beğeni ile izleyen onlarca yüz görüyorlardı. 

Altı yedi yaşlarında bir oğlan "abi bi daa atlasana" dedi. Delikanlı 'öhö öhö bi düşüniiim canım benim' bakışı fırlattı minike. Bir anne "aman yavrum dikkat edin emi" dedi. Delikanlı namzetleri bu sefer 'teyze bize bi şey olmaz' isimli bakışla karşılık verdiler. Derken sevgisiz yaşlandığı yüzündeki sert çizgilerden belli olan başka bir kadın geldi. Neşeyle yüzmekte olan delikanlılara yukarıdan çemkirdi. "Siz dışardan mı girdiniz bakiiim?" İçimden cevap verdim "Ulan hepimiz dışarıdan girdik, sen gece adada mı yatıyorsun deli" İç sesim neden bu kadar kabalaştı biliyor musunuz? O kadını tanıyordum. Bir yerin müdavimi olmayı, o mekanın sahibi olmak zanneden ve haliyle kimin girip kimin giremeyeceğine karar verme hakkını kendisinde zanneden bir şımarıktı. Ne yazık ki yetmişini geçmiş bir şımarık. 

Yanımızdan geçmekte olan görevliye, çocukların iskeleyi işgal ettiklerini, gürültü yaparak plaj müşterilerini rahatsız ettiklerini -ki hepsi yalandı- yüksek sesle şikayet etmeye başladı. Tüm müşteriler bu tatsız konuşmayı dinliyor, bakışlar bir yaşlı kadına bir yüzmekte olan çocuklara yöneliyordu. Ve o sırada en söylememesi gereken şeyi söyledi "hem bunlar para vermeden giriyorlar alıştırmayın bunları" 

Zeynep kalkar oturduğu yerden. Alır soluğu yanlarında. Açar ağzını, yummaz gözünü. Gözün de açık olacak ki maksadını aşan sözler sarf edip haklıyken haksız duruma düşmeyesin. 

"Çocuklar kimseyi rahatsız etmiyorlar. Küfür yok, su sıçratmak yok. Sadece eğleniyorlar. Mutluydular. Size kadar. Nedir sizi rahatsız eden? Yeğenlerim olsaydılar şikayet etmeyecektiniz. Çünkü Tepe Mahalleden olduklarını düşünüyorsunuz değil mi?" der Zeynep. 

Bir kaç müşteri daha bana hak verdiklerini gösteren mırıldanmalarla konuşmama destek verdiler. Fakat tüysüz ince kollu, az tüylü cılız bacaklı erkek çocuk arası vücutlu delikanlı namzetleri gözlerini kalabalıktan kaçırarak sudan çıkmış mahcup balıklar şeklinde çıkışa doğru ilerlediler. 

O çalkantılı yaşlarda duygu dünyalarının kendi derdi kendilerine yeterdi zaten. Böyle piyangolara gerek var mıydı? Siz hiç kalabalık içinde haksız yere suçlandığı ve haliyle utandığı için bakışlarını sağa sola kaçıran, ne yapacağını şaşırmış bir ergen gördünüz mü? Çoğunlukla gözleri dolar. Ağlamamak için gözlerini kırpıştırırlar ki bu beni derinden etkiler. Üzüntü ve öfkenin nasıl iç içe geçtiğini en net görebileceğiniz bakışlardır onlar. Boğazlarındaki kemik inip çıkar. Yutkunurlar. Gururları kırılmıştır. O ana sebep olan empati yoksunu biri yüzünden ileride kime rastlayacağı, kimden alınacağı bilinmez bir intikamın yemini ederler. 

Beş dakika önce mutlu olan birini, beş dakika sonra yerin dibine geçirmek işte bu kadar kolaydır. Çalışanlara bol bahşiş veren sert hatlı, sevgisiz, şımarık ve hadsiz yaşlı kadın, o kayalıkları kendisinden bin kat fazla hak eden bir kaç çocuğu plajdan attırmanın huzuru ile hindistan cevizi kokan yağını buruş buruş bedenine sürmeye devam etti. Parmakları göbeğinin katları arasında kaybolurken, ne hissettiklerimden ne de kendi hakkında yazacaklarımdan haberi yoktu. Yine yatsın kalksın kendi gibi biri olmadığıma şükretsin. Aynı model olsak kesin bir kaç fotoğrafını çekip yazıya eklerdim. Hak etmişti, yakışırdı ona. Bana yakışmazdı. Kim bilir belki onun da ergenliğinde saklı bir gurur kırıklığı vardır.

Sevgi ile...