17 Kasım 2017 Cuma

bi sarılcam :)))





Kaan kuzenimin oğlu. Dokuz yaşında.

Biz annesiyle sohbet ederken -aslında basbaya dedikodunun gözünü çıkarırken- o yanımızda arabalarıyla oynuyordu. 

Bir ara döndü, üstüme atılıp sarıldı bana. Tamam sıcak ve sevecen bir çocuktur ama annesi dururken öyle birden bire bana sarılması dikkatimi çekti. Bunu belli etmektense anın keyfini çıkartmayı seçtim. Arka arkaya öpücükleri yapıştırdım tatlı tombul yanaklarına. Beş altı saniye sürmüştür payıma düşen ikramiye. Sonra tekrar arabalarının yanına döndü. Kucağımdan kopup oyuncaklarının yanına oturana kadar geçen diğer üç beş saniyede bir şey mırıldandı. Arkasını dönüp, yüzüme bakarak ve kaş göz işaretleri eşliğinde yaptı bunu. 

Bakışlarıyla önce beni, sonra annesini işaret etti "Bu yol daha yakın da ondan" dedi.  Gülümsedi. Bu çocuk milletinin saflığı temizliği karşısında saygıyla eğiliyorum. Hayranım hepsine. O kadar etkilendim ki... Demek bir çocuk oyununun en kıpırtılı anında, biz onu tam konsantrasyon içinde zannederken bile duygusal bir takım ihtiyaçlar duyabiliyordu. Tercihi elbette annesiydi fakat ona sarılmak için küçük bir sehpayı kaldırması ya da ortadaki büyük sehpanın diğer tarafından dolaşıp annesine ulaşması gerekiyordu. Oysa ben hemen yanındaydım. Asl'olan annesine sarılmak olsa bile, belli ki salt sarılmanın kendisi de bir ihtiyaçtı. Bir şey hissetti. Oyunu zaman kaybedilmeyecek kadar zevkliydi. Bir an düşündü ve elinin altındakiyle yetinmeyi seçti. Harika! Fakat hemen sonra bir yanlış anlamaya fırsat vermemek için durumu açıkladı; "Bu yol daha yakın da ondan" :)))

Bugün Kaan sayesinde çok önemli bir tanıklığım oldu. Akşam konu hakkında adam akıllı kafa patlattım. Kaçırmadığım için şanslıydım. Ya gün içinde gözümüzün önünde yaşandığı halde kaçırdığımız ikramiye tadındaki gerçeklikler diye düşünmeden de edemedim. Hayata dair ip uçlarıyla dolu nice nice kareler gözümüzün önünde yaşanıyordur kim bilir?.. Son kararım netti; her an her ortamda pür dikkat kesilmeliyiz. Belli mi olur belki sadece fark ettiğimiz kadar yaşıyoruzdur. 




Sevgi ile... 








15 Kasım 2017 Çarşamba

o tılsımlı, o muhteşem final cümlesi




Sevgili Güllü Lokum,   

Hani az evvel içeride bir şey dinliyordum ya... Hayret lokum haline bakmadan neler anlatıyorum sana! Fakat kim iddia edebilir ki beni anlamadığını. Evet belki biz insanların algılayabileceği tepkiler vermiyor olabilirsin ama... ama işte...

Neyse, sen dinle yine de.




Yaklaşık bir saat evvel YouTube'da Oğuz Atay'ın Demiryolu Hikayecileri'ni -bilmem kaçıncı defa- dinliyordum. Hikayenin her cümlesi yaşıyor. Her kelimesi, her harfi, her noktası ve virgülü hikaye içinde hikaye yazıyor. Bu nasıl bir şey anlayamıyor insan. Sadece okuyor veya dinliyor. Her neyse, yaşıyor kısaca. Genç Yahudi, genç kadın, ayrancılar, sucuk ekmekçiler, yataklı vagon yolcuları, istasyon şefi, daktilo, lokomotifler, kulübeler, yönetmelikler, açlık, tokluk, ... Ve elbette o tılsımlı, o muhteşem final cümlesi.  

"Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?"  

Belli ki bu, Demiryolu Hikayecileri'nin sonuna yazılabilecek tek cümleydi. Hikayenin finaline her gelişimde olduğu gibi az evvel yine öyle kıpırtısız durdum bir süre. Anlatılanlar henüz bedeninizdeyken oturduğunuz yerden kalkmaya gücünüz olmuyor. Kalkmak, su içmek, pencereden bakmak, kedinizi okşamak aklınıza bile gelmiyor. Zaten genellikle istasyondaki banklardan birinde unutuyorsunuz kendinizi. Genç Yahudi'nin arkasından şöyle hakkıyla üzülmek istiyorsunuz. Ne yalan söyleyeyim, açken okursanız sucuk ekmek, ayran falan çekiyor canınız. Hikaye yazasınız bile geliyor. 

"Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" Bilmiyorum Oğuz Atay'ın okuyucusu olarak neredeyiz? Ya da varsa bir kaç satır yazmışlığımız nerede bizim okuyucularımız? Hadi biz buradayız ama onlar nerede? Düşün babam düşün... Gece gece... İyi ki düşünmek bedava! Telefonuma bir bildirim sinyali geliyor o sırada. İnstagrammış. Özel mesaj. Bakıyorum, tanımıyorum. Şöyle yazıyor;

"Merhaba. Bugün kitabınız (Bugün Yalan Söylemek Güzeldi) hayatıma değdi. Bir sohbet sırası sevdiğim bir arkadaşım kızına gelen bu özel armağanı 'seveceğini düşünüyorum oku' diye ödünç verince sizinle tanışmış oldum. Sizin instagram sayfanıza yazdığınız, kitabın da başında olan sözün aynı olduğunu fark edince, siz olduğunuza emin oldum..."

Oysa ben mesajı, hala kalkamadığım istasyondaki o bankta okuyorum. Yine de isteyen istediği kapıdan girsin. 'Tesadüf', 'tevafuk', 'ilahi dizayn', 'evrenin mesajı', 'üçüncü göz', 'gönül gözü', 'epifiz', 'lütuf', 'denk gelmiş' ya da 'bütün fiillerin mutlak faili' ... Her neye inanıyorsanız inanın. Neye inanmıyorsanız inanmayın. İki durumla da ilgilenmiyorum. Yaşadığım minik güzellik ve bunun sonuncunda bir kez daha hissettiğim şey gayet açık; "Bir şey var!" 

İçimizde. Beynimizin kıvrımlarında. Kirpiklerimizin ucunda, dişlerimizde, elmacık kemiklerimizde, rüyalarımızda, açlığımızda, korkularımızda, yorgunluklarımızda, üşümemizde, aşklarımızda, her anımızda, her yanımızda bizimle, bizde, bizden olan 'bir şey' ve beni her gün biraz daha kendisine bağlıyor. Biraz daha inandırıyor. Biraz daha sokuluyor koynuma. Bazen birlikte uyuyoruz. Olumlu olmamı istiyor. İrtibatta kalmamı. Kaygan konuları sadece O'na sormamı. Öyle yapıyorum... Sonra istasyondaki bankta oturur bulmuşken kendimi "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" diyen Oğuz Atay'a özeniveriyorum. İncecik bir kitabın üzerinde ismim yazıyor diye yapıyorum bunu. Onu bile ciddiye alıyor. Önemsiyor beni. Beni değil. O herkesi/her şeyi önemsiyor. Fark etmek isteyenlere fazladan bir de göz kırpıyor. -gibime geliyor-

Sevgiyle...






























7 Kasım 2017 Salı

ister inanın ister inanmayın oldu bunlar





Saat 00:23

Telefonum çaldı. 
Arayan Mehmet'miş, öyle yazıyordu ekranda. 
Bu saatte??!! 

İsminiz Z ile başlıyorsa pek çok kişinin rehberinde son sırada olabilirsiniz. Bu sebeple zaman zaman yanlışlıkla aranırsınız. Dahası çoğunda, arayan kişi durumun farkında bile değildir. 

Telefonum çalmaya devam etti.

"Mehmet???"

Hayret etmeli, soru sormalı, gülmeli bir tonda çıkmıştı ağzımdan 'Mehmet'. Anladı o da.

"Abla valla kusura bakma bu saatte ama aramazsam çatlardım." 

Bereket sesi neşeli geliyordu. Heyecanlıydı bir de. Neyse, en azından merakıma korkuyu eşlik ettirmeme gerek kalmamıştı.

"Hayırdır Mehmet?"

"Abla dükkanı kapattım, sahile çıktım..." 

Fener'deki Vanilla Kafenin sahibidir Mehmet. Annesi Arzu arkadaşım. İkisi birlikte çalışırlar kafede.

"İyi yaptın da Mehmet'cim????" Gülmeye başladım. Bana gecenin bir yarısı bunu haber vermek için telefon açmadığı kesindi.

"Abla biriyle karşılaştım inanamazsın."

Sesinde neşeli bir hayret vardı.

"Kimle?"

"Dur bak fotoğraf atıyorum :))"

Fotoğraf anında geldi. Açtım. Ekrana baktım ve öylece kala kaldım. O sırada Mehmet tekrar aradı.



"Gördün di mi? Hani senin kitapta çaycı abi vardı ya...."

"İnanamıyorum!!!"

"Evet abla yaa... Senin kitap dün geldi kargodan. Abiden bahsettiğin hikayeyi okumuştum. Yüzü aklımda kalmış. Demin bi baktım elinde termoslar, Balat sahilde çay satıyor. Dedim ki 'abi bi dakka bi şey söyliycem ama inanmıycaksın', 'ne?' dedi, 'bak sen bu kitabın içinde varsın' dedim. Dondu kaldı. Dur bak seninle konuşacakmış."

"Alo ablacım bu kitap kaç paraysa vereyim kardeşime, alayım"

Hani donmuş kalmıştı bu adam, para ne şimdi? :)))

"Dur dur merhaba nasılsınız?"

"Ablacım dur deme. Parasını vermeden almam. Hak var, hukuk var."

Hak var hukuk var diyor resmen. 

"Hallederiz, lütfen Mehmet'teki kitabı alın siz."

Telefonu tekrar Mehmet aldı.

"Abla para vermeden almıyor." 

Gözünü sevdiğim insanlık diye boşuna yazmamışım.

"Bilemedim Mehmet hem çok sevindim, hem çok şaşkınım. Ben şu an hiç bir şey düşünemiyorum. Yap bi güzellik işte. Çalıştır aklını."





Mehmet halledeceğini söyleyip kapattı. Yüzüme yerleşen gülümsemeyle yatağın içinde cık cık cık diyerek, öylece oturup kaldım. Deniz de merak etti tabi neler olduğunu. "Anne?" diye geldi. Anlatıyorken Mehmet aradı.

"Abla hallettim. Çay falan içtim, bi şeyler daha ısmarladı abi, parasını almadı.  Kitabı verdim. Telefonunu da aldım istersen."

Vedalaşıp kapattık. Aptallaşmıştım. Hemen kalkıp yazmaya başladım.

... 

Biraz tutuğum aslında şu an. En kestirmeden mutluyum. Açtım kitabın 19. sayfasını. "...Çay taptazeymiş. Sıcacık. Eve çıkarken ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. İnsan gibi bir insan tanıdım..." böyle yazmışım. 

Karşılaşmalarının üzerinden hemen hemen bir saat geçmiş olmalı. Çaycı abimiz Mehmet'ten yeni ayrıldı sayılır ama acaba evine varmış mıdır ki? Nerede oturduğunu bilmiyorum. Nereden bileyim zaten. Gidince kitabı ailesine gösterir mutlaka. Belki kızlarından biri uyumuştur. Diğeri yatmak üzeredir. Hanımı zaten çoktan uyuya kalmıştır. Kim bilir o da ne yoruluyordur... Konfeksiyon atölyesine ilik mi açıyordur, mahallelerindeki esnaf lokantasında yemek mi yapıyordur? Sizce? Henüz uyumamış olan kızı küçüğü müdür, büyüğü müdür? Hangisi olsa fark etmez. İkisi de gecenin bir vakti helal para kazanmaktan dönen babasını sarılarak karşılar. O da işaret parmağını dudaklarına götürüp şşşşşşş yapar kızına, 'annenler uyanmasın!' Birlikte bahçedeki sedirin tahtasına ilişirler. Havalar soğuduğu için pamuk yatağı içeri almıştır hanımı. 'Baaak' der kitabı gösterir kızına. Kendi resminin olduğu sayfayı bulamaz önce. 'Hah' der bulunca. Açar verir kızının eline. Genç kız bir solukta okur. Gözleri kocaman kocaman açılır. 'Yok artık' der. Sarılır babasının boynuna. 'Az bile yazmış kadın' der. 'Benim babam bi tanedir naaaberrr' diyerek şap diye öper babasının yanağından. Kirli sakalı dudaklarına batar. 'Dikenlerin uzamış yine' diye kıkırdar. Baba kız sarılarak girerler içeri. Sabah olsa da diğerlerine de göstersek diye sabırsızlanırlar...

Sanırım hayat gerçekten sürprizlerle dolu. Sanırım hayat güzel insanlarla dolu. Sanırım hayat görmek istediklerimizle dolu. Güzel babalarla... Hak var, hukuk var diyenlerle dolu... Vaayy be gece gece... Nereden nereye... Galata kulesi kırmızı elbisesiyle karşımda bi cilve bi cilve. Rahat dur dedim, çaycıyı ona da anlattım. Tanıyormuş zaten. Bak seeen kimleri kimleri tanıyormuş da benim haberim yokmuş. İçim bi tuhaf. Tuhaf dediysem hoşluktan. Zarif geldi kıvrıldı yanıma. Çay sevmez ama yine de mırrrr mırrrr... 



01:32 İyi uykular :)











1 Kasım 2017 Çarşamba

Bi gidin ya





Gece gece bunu düşünürken sinir mi bozulur?

Bozulur.


Bir Yaratıcı'nın varlığına inanan evli birine sorsam: "Eşinle olan ilişkin mi yoksa inandığını söylediğin Yaratıcı'nla olan ilişkin mi daha özel?" diye, büyük ihtimalle "Yaratıcı'mla olan" der.

Aynı insan, eşiyle özel anları hakkında kimseye tek kelime etmez, bu konuda yol yöntem sormaz. Kan çıkar valla!

Sonra kalkar "Hocam namazda hangi duaları ... " gibi abuk  sabuk sorular sorar. Hani Yaratıcı'nla olan ilişki özeldi? "Namazda elimizi ayağımızı nereye koymalıyız?" falan der... Ooofff of insanın güzel bir cevap veresi geliyor ama neyse. Hadi sorsana "benim hanıma sarılırken kulağına bi şey söylemem lazım mı? Lazımsa ne demeli?" Hı? Sorsana. 

Bu ayarsızlıkta sorular soranların çoğunluğu, 'bir kendime döneyim, şu damarlarımdaki kan nasıl dolanıp duruyor biraz düşünüp hayran olayım' demez. Mideyi nasıl daha lezzetli yiyeceklerle tıka basa dolduracağını düşünür. Bir de öbür işi...

Zaten geriye başka şey düşünmek için fırsat da kalmaz.

... 

Poliklinik. Ümit beyi beklerken. Kapı önü muhabbetlerinden (ç)alıntı. :))))













hastane günlüğü






Bugün mr sonuçlarım için Aydın Atatürk Devlet Hastanesindeydim. Sağ olsun en yakın arkadaşlarımdan Vicdan da benimle beraber geldi. 

Tam vaktinde hastanedeydik. Sonuçlarımı aldıktan sonra doktoruma göstermek üzere bahçede yürürken Vicdan birden telefonuna sarıldı ve benim de onun sayesinde tanıdığım radyolog olan çocukluk arkadaşı Mürrüvvet'i aradı. Doktor yakınınız varsa bu tip davranışlar doğaldır. Mürüvvet İzmir'de çalışıyor. Hastası yokmuş. Telefonda çabuk çabuk okudum ona sonuçlarımı. Hiç bir şeyim olmadığını söyleyince içimiz rahatladı.

Konuşa konuşa yürürken acil servisin önüne gelmişiz. Doktoruma sonuçları götürmem gerekiyordu. Tekrar yatan hasta binasına döndük. Ameliyathane orada. Servis hemşiresi Ümit beyin ameliyat günü olduğunu söyledi. Bu şu demek; Dr. Ümit bey akşama kadar ameliyathaneden çıkamaz. Ne olur ne olmaz diyerek Ümit beyin kendi hemşiresine, doktor beyin iki ameliyat arasında servise çıkma ihtimali olup olmadığını sordum. Dedi ki; 

"Üç doktor birlikte uzun bir ameliyata girdiler..." 


Girdilerden sonra bir kaç cümle daha kurdu hemşire hanım ama aklımda kalmadı. Üç doktor birlikteye takılıp kalmıştım. Üç doktor neden birlikte girer ki bir ameliyata? Yani zor olmasa hastanın durumu... Bilmiyorum. Benim rahmetli canım babalarımın kayın peder olanı da genel cerrahtı. Ondan dinlediğimiz çok ameliyathane hikayeleri vardır. O kadar tatlı o kadar iyi bir insandı ki anlatamam. Ümit beyi belki ona benzettiğim için sevdim bilmiyorum. Neyse laftan lafa geçiyorum yine... Diyeceğim şuydu; dün 15:30 civarı neler yapıyordunuz? Narkoz altında bir ameliyat masasında yatmıyorsaydınız... Sorununuzla baş etmek için üç doktor birden kolları sıvamadıysa siz de benim gibi şanslılardansınız demektir. 


İlginç değil mi... Kadın mı erkek mi, çocuk mu yaşlı mı genç mi olduğunu bilmediğim bir hasta saatlerdir aklımda. 


İyileş lütfen. Sen ameliyat olurken kapıdaydık. Dua ettik sana. İyileş.










İlk -ve çok şükür tek- nezaret deneyimim :))



Üniversite son sınıfta fakülte mezuniyet gecelerinden birindeydik. Pasaport'ta La Boheme disko vardı o zaman. O zaman derken kast ettiğim, hani bekçilerin parklarda yalnız başlarına oturan genç bir kızla erkek gördüklerinde "heyyyt noluyo lan burda" diyebilme hakkına kavuştukları zamanlar.

O gece biz, bu son gelişmeler nedeniyle başımıza geleceklerden habersiz, mezuniyet eğlencemizin tadını çıkartmakla meşguldük. Çivi topuklu ayakkabılarım vardı ayağımda. Bir omuzunda siyah payetler işli kazağımı giymiştim. Nisan'dı. Dans ettik, dans ettik, dans ettik, tekrar tekrar dans ettik. Güzeldir dans etmek. Hiç birimizin alkole fazla düşkünlüğümüz yoktu. İçtiysek de belki bir tane bira ya da cin tonik gibi bir şey içmişizdir. Ama yok yok içmiş olsaydık Diyarbakırlı Ramazan çavuş affetmezdi bizi.

Geceye nokta koymak istemiyorduk. La Boheme çıkışı Urla’ya Metelerin yazlığına gitmeye karar verdik. Atladık Sinan’ın arabasına, ben, Selin, Mete doğru yazlığa. Bu arada bilgi vereyim; dördümüzün de sevgilileri vardı ama hiç biri yanımızda değildi. Biz iki kız iki erkek sadece arkadaştık. Derdini sevincini paylaşan, samimi dört arkadaş, dört dosttuk. Şimdi kanka dediklerinden.

Yazlık buz gibiydi. Kaban ceket ne varsa üst üste giyip bahçeye çıktığımızı hatırlıyorum. Birer kahve koyduk başladık sohbete... "Dört sene ne çabuk geçti" / "Özliycez bu günleri" / "Aramayan noolsun" muhabbetleri...

Evin önünde beyaz bir araba durdu. Resmi plakalı. Arkasından ufak bir jip geldi. Kapılar açıldı, kapılar kapandı. Yedi sekiz asker paldır küldür bahçeye girdiler. Resmen tüfekler falan. Hepimiz şoktaydık. Çavuş bize oldukça sert bir ifadeyle sordu.

"Noluyo burda?" Ev sahibi Mete olduğundan o cevapladı.
"Arkadaşlarla kahve içiyoruz."
"Arkadaş ha!!! Külahıma anlatın"

Mete gecemizi özetledi ama sonradan adının Ramazan olduğunu öğreneceğimiz çavuş ikna olmadı. Gözüyle Selin’i ve beni işaret ederek sordu;

"Bunların anası babası yok mu?"

"Bunlar" yani bizler, bizimle ilgili bir soruyu sormak için bile muhatap alınmamıştık. Erkeklere sormuştu Ramazan çavuş. Dayanamadım;

"Ne demek bu?" dedim.
"Sus!" dedi.

Ne anlatsak, nasıl anlatsak, kaç kere tekrar etsek olmadı. Fakat kılığımız kıyafetimiz Ramazan çavuşun zihnindeki suçla pek uyuşmadığından mıdır bilmem, bu sefer hırsızlık imaları başladı. Yazlıklara dadanmış hırsızlar varmış da… mış mış da... Mete atılıp;

“Abi hırsız dediğin bütün ışıkları yakıp bahçede müzik çalıp kahve içer mi? Bırak ailelerimizi arayalım gör bak ev kiminmiş.” dedi. 

Ramazan çavuş izin vermedi. Hepimizi jipe bindirdi, doğru jandarma karakoluna. Hayatımızda ilk defa başımıza gelen bu korkunç durum karşısında şaşırmış, korku içinde kuzu kuzu bize söylenenleri yapıyorduk. Karakola geldiğimizde Selin ve ben bodrumda basbayağı parmaklıklı bir yere kapatıldık. Yukarıdan bizimkilerin ve askerlerin sesleri geliyordu. Arkadaşlarımız sürekli ailelerimizi aramak istiyorlardı ama izin verilmiyordu. Sonunda Ramazan çavuş sabah kumandan gelince kararı onun vereceğini söyledi. Aşağıdan duyuyorduk.

Bize saatler geçmiyor gibi gelse de, gün ağarmaya başladı.
Güneş doğdu.
Kumandan geldi.

Gözlerimizin altında mor halkalar, kolumuzda bacağımızda tutulmuş kaslarımızın ağrıları vardı.  Selin de ben de bir gecede zombilere dönmüştük. Üzerimizde tılsımını, coşkusunu kaybetmiş gece giysileri, demir parmaklıkların arkasında ranzanın alt katında, yarı soğuktan yarı korkudan titreyerek oturuyorduk.

"Komutanım"

Yukarıdan bu seslenişi duyunca kulak kesildik. Diğer söyledikleri anlaşılmıyordu ama komutan gelmişti ve bizimkiler onunla konuşuyorlardı. Sesler bir yükseliyor bir alçalıyor, arada komutan hepsini birden susturuyordu. Neler olup bittiğini öğrenmek için can atıyor ama hakkımızda verilecek karardan ödümüz patlıyordu. Çocuk sayılırdık. Yasaları da, haklarımızı da bilmiyorduk. Komutan daha öfkeli, bağırıp çağırmaya başladı. Telaşlı bir koşturmaca vardı yukarıda ve ayak sesleri bize doğru yaklaşıyordu. Nefes nefese yanımıza gelip demir parmaklıklı kapının kilidini şangır şungur açan asker yukarı çıkmamızı işaret etti. Yüzünde sanki dostça bir ifade vardı. İyi davranmıştı bize. Akşamki gibi değildi durum. 

Yukarı çıktığımızda karşılaştığımız manzaraya hayretle baka kaldık. Mete'yle Sinan komutanla oturmuş sohbet ediyorlardı. Çaylar, simitler, peynirler...

"Gelin arkadaşlar" dedi komutan, "Buyurun oturun" 

Bizden ya beş altı yaş büyüktü ya değildi. Aceleyle en yakınımızdaki koltuklara iliştik. Film gibi ama komutan Sinanların uzak bir akrabasının oğlu çıkmıştı. Askerliğini bulunduğumuz karakolda yapıyormuş. Her şey anlatıldı, her şey anlaşıldı. Zina da yapmamıştık. Hırsızlık da.

İzmir'e dönmek üzere karakoldan çıktık. Bahçede Ramazan çavuş yolumuzu kesti. Tavrı değişmişti. Biz kızlara "kusura bakmayın bacılar" benzeri bir cümle kurdu. Bir sigara yaktı. Hepimize tek tek tuttu. Hiç birimiz sigara içmiyorduk. Sağ ol dedik. Şaşırdı. Gece de alkol kokmuyorduk. İki kız iki erkektik fakat sevgili değildik. Tuhaftık. Sigarasından düşünceli düşünceli bir nefes çekti. Biraz kendinden, köyünden bahsetti. Sevdiği kızın yüzünü bir kaç dakika görebilmek için neleri göze almak zorunda olduğunu, ayıpları, günahları, töreleri anlattı. Oysa burada akranları bambaşka hayatlar sürüyordu. Bizim yazlıkta geçirdiğimiz sıradan bir gece onun köyünde gencecik hayatlara son vermek için yeterli bir suçtu. 

Öylece anlattı bir süre sakin sakin, uzaklara baka baka… Kötü olmadığımıza ikna olmuştu. Biz de onun kötü niyetli olmadığına. Mete'yle Sinan'la sarıldılar. Ben tokalaşmak üzere elimi uzattım. Bir durdu, düşündü,  o da uzattı elini. Sıkı sıkı tokalaştık. Sol elini getirdi, elimin üzerine koydu. İki avucunun arasında tuttuğu elimi şöyle bir salladı. Güldü. Abi gibiydi.