3 Aralık 2020 Perşembe

İyi Müşteri






Bizim sokağın köşe başında bir dükkan var. Petshop. Pet İngilizce evcil hayvan demek. Shop da bildiğimiz shop işte. Kedi köpek maması kuş, kuşyemi, balık falan satılıyor. Kedi köpek satmıyorlar ama. Bir gün sordum, “Yavuz amca” dedim, “Kedi köpek candır satılmaz diyorsun, kuşunki, balığınki can değil mi?” Bir gözünü kıstı. Sağ eliyle başının tepesini, sol eliyle göbeğini kaşıdı. Kaşındığından değil biliyorum. Düşünmek için zaman kazanmaya çalıştı. “Balıklar anlamaz zaten. Kuşlar desen…” Cümlesini tamamlayamayınca geri geri dükkana yanaşmakta olan kırmızı yem kamyonunun şoförüne “Topla da gel topla!” diye seslendi.

İçeri girdim. İki cebimi ancak dolduracak kadar ucuz kedi maması aldım. Yavuz amcanın oğlu Altan abi yine de mamayı üzerinde köpek resmi olan hışırtılı güzel dükkan torbasına koydu. Paramın üstünü uzattı. Gülümsüyordu. Öyle bir yüzü vardır. Hep güler. İlkokula giderken onun üzücü bir haber aldığı zamana denk gelmek isterdim. Ya da bir tarafının ağrıdığına... Yüzünü merak ederdim çünkü. Yine gülüyor mu yoksa normal insanlar gibi suratını asıp karartıyor mu diye…

“Kapıdaki yazıyı gördün mü?” dedi. “Hı?” dedim ama “Efendim?” diye düzelttim. Annem çok kızar hı dememe. “Kapıdaki diyorum, kapıdaki kağıtta yazanları okudun mu?” “Hemen okuyorum abi” dedim.

SEZONUN EN İYİ MÜŞTERİSİNE SÜRPRİZ HEDİYE VERİYORUZ

Devamını okumadım. Bal gibi biliyordum hediyeyi kimin alacağını. Mahallenin bitimindeki siteye yazlığa gelen bir çocuk var. Mert Can. İki tane büyük köpeği var. Biri Alman Kurdu. Diğerinin cinsini bilmiyorum. Biliyorum da doğru söyleyemiyorum. Her şey yemiyorlar diye anlatıyordu geçen yaz. Çok pahalı mamalar alıyordu. Bir tane de kedileri var. Suratına tekme yemiş de ondan burnu dümdüz olmuş zannettiydim ilkten. Çok acıdıydım. Meğerse cins bir kediymiş.

Camdaki yazının altında önümüzdeki haftanın tarihi vardı. Öylesine okudum. Nereden bilirdim bir hafta sonra dükkanın önünden geçerken Altan abinin beni çevirip “Yarın öğleden sonra sürpriz hediyeni almak için burada ol” diyeceğini…

Zaten dediğinde de inanmadım önce. “Dalga geçme be abi” diyebildim zar zor. Sanki ayva boğazımda durmuş da konuşamıyormuşum gibi ağzım açık kala kaldım. Sağa sola baktım çaktırmadan, birileri görüyor mu diye… Utandım. Okul harçlıklarımdan ayırdıklarımla ayda toplasan bir kilo kedi mamasını zor alıyordum... Bizim evin arkasında senede iki sefer yavrulayan Misket var. Annem süt, peynir, yoğurt veriyor aslında arada sırada ama yine de yavrulara mama almak hoşuma gidiyor. Çabuk büyüsün, güçlü kuvvetli olsunlar istiyorum. Ben mama alırken evde kedim var zannediyor dükkandaki öbür müşteriler. Halbuki annem izin vermiyor. Evde hayvan olmaz diyor. Ona para yetiremeyiz derken sesini biraz kısıyor ama duyuyorum.

Baktım, Yavuz abi şaka yapmıyordu. “Nasıl abi?” dedim. “Benden az alış veriş yapan var mı ki?” Yine güldü. “Doğru söylüyorsun” dedi. Sonra en sinirlendiğim hareketi yaptı. Sinirlendiğim dediysem, başkası yaptığında yani… Eliyle saçlarımı hızlı hızlı karıştırdı. Okşamak bu olmamalı ya neyse. Eğildi. Ellerini dizlerine koydu. Başını yüzüme yaklaştırdı. Gözümün içine bakarak tane tane konuştu. “En fazla alışveriş yapan müşterimizi haftaya ilan edip hediyesini vereceğiz. O başka! Bizim en ‘iyi’ müşterimiz sensin Mehmetciğim.” “Hı?” dedim yine yanlışlıkla. Şaşırıp kaldım. Daha ben ne olup bittiğini anlamadan on beş kiloluk kocaman bir mama paketini işaret etti Yavuz abi. Benim aldığım ucuz olandan değildi hem de. “Akşam eve giderken, size uğrayıp bırakacağım hediyeni ‘iyi’ çocuk” dedi. ‘Oha on sene yeter bu mama’ dedim içimden. Sesli çıkmış. Herkes güldü. Utandım ama ben de güldüm. Sonra kasıla kasıla yürüdüm eve doğru.  


12 Nisan 2020 Pazar

Sokağa Çıkma Yasağında Nöbetçi Saat Tamircisi





12 Nisan 2020 Pazar günü Zeynep aile fertlerinden birer sözcük istedi. Beş dakika geçmeden hop diye geliverdi istedikleri; “Dijital, Oyun, Parfüm, Kahve, Lokum, Kuş, Bulmaca” Hal böyle olunca, bir saat tamircisi, bir çocuk, bir erkek berberi ve bir de çaycı hikaye yazılıp bitene kadar sokağa çıkma yasağından muaf tutuldular… 

Yaşlı adam neler olup bittiğini anlamaya çalışırken pijamalarını çıkartıp alelacele giyindi. Nöbetçi saatçi diye bir şeyi ilk defa duyuyordu ama bekçinin getirdiği yazıda, acilen gidip dükkanını açması gerektiği, aksi takdirde bir hikayenin yazılmasına mani olma suçundan hakkında işlem yapılacağı yazıyordu. Hatta duyduklarına inanamayınca buyurun kendiniz okuyun o zaman demişti bekçi. İşi başını aşmışken bayılmıyordu o da böyle angaryalara... Değişik bir zamandan geçiliyordu.  

Bir saat sonra dükkan.

Yarısını çözdüğü BULMACAyı bırakıp, burnunun ucundaki gözlüklerinin üzerinden gülümseyerek baktı kapıdan giren yanakları çilli çocuğa. Ufaklığın boyu tezgahtan neredeyse bir karış daha kısaydı. Meraklı gözlerle duvarda asılı saatlere bakarken bir yandan da burnunu kaşıyordu. Kısa kısa nefes alıp verdi. Duyduğu yoğun koku dikkatini çekmişti.

“Erkekler PARFÜM sürer mi?”

Yaşlı saat tamircisi kahkahasını tutamadı. On dakika evvel bitişik komşusu Berber Arif’te saç sakal tıraşı olmuştu.

“Kolonya sürdüm.”

Çocuk sorusunu sormuştu ama cevabı dinlemedi bile. Onun asıl derdi cebindeki saatini tamir ettirmekti. Sabah abisinin çekmecesinde bulduğunda sevinçten deliye dönmüştü. Onun da Sarı-Lacivert bir saati olacaktı sonunda.

“Bunu tamir edebilir misiniz?”

Yaşlı adam eline aldığı saate dikkatle baktıktan sonra kısık sesle konuştu.

“Otur bakalım arkandaki pufa.”

Sadece pili bitmişti. Bozulmuş olsaydı yapamazdı. Laf buradan çıkmasın ama DİJİTAL saatlerden anlamıyordu. Varsa akrep yoksa yelkovandı onun işi… Tik takları olmalıydı zamanın. Bipleri sevememişti bir türlü. Çekmecesindeki pillerin arasından uygun olanını ararken çaycının çırağı girdi içeri.

“Saffet Amca buyur KAHVEn”

Adam sapı çatlak KUŞ desenli fincanı önüne çektikten sonra eliyle tezgahın kenarında duran çanağı işaret etti.

“Eyvallah Mehmet, marka al oğlum.”

Tamirci birkaç dakika sonra pilini değiştirdiği saati çocuğa uzattı.

Ufaklığın çok acelesi vardı. OYUN oynamaya gidecekti. Arkadaşları bekliyordu. Hemen cebinden parasını çıkartıp uzattı. Eli yapış yapış olmuştu. Parmaklarına bulaşan pudra şekerini yalarken dünden cebinde unuttuğu LOKUMu da ağzına attı.  Pilin ücreti ne kadardı, daha vermesi gerekiyor muydu, ya da para üstü alacak mıydı beklemeden koşa koşa çıkıp gitti.

Yaşlı saatçi avucunun ortasındaki yapış yapış yirmi beş kuruşu görünce az evvelkinden hayli kuvvetli bir kahkaha patlattı. Vay bacaksız dedi. Sonra parayı kasanın yan tarafında ayrı bir yere koydu. Allah bereket verirdi.

(Evde kalırken aile fertlerinin yardımıyla yazılan kollektif kısa hikaye bittiğinden, Çocuk, Çaycı, Berber Arif ve yaşlı sat tamircisi Saffet Bey hızlı adımlarla evlerine döndüler.)

Sevgiyle...



22 Mart 2020 Pazar

Yok Öyle Yağma











İstediğimi yaparım.
YAPAMAZSIN canım.

Elbette ruh durumuna göre herkes -istediğini yapabileceğini zanneden hadsizlere- başka başka cevaplar verebilir. Ör. "Yap da görelim", "Bok yaparsın", "Sıkar" vs. 
Hak ediyorlar.

💪


Elimi kolumu sallaya sallaya sokaklarda dolaştığım günlerde bir film izlemiştim.

"Mr. Nobody"

Görmemiş olanlara ısrarla tavsiye ediyorum.

Şimdi filmden çok önemsediğim kısacık bir parçayı (ipucu verip tadını kaçırmadan) anlatacağım.

Mr. Nobody (Nemo) ............ sebeplerle bir türlü kavuşamadığı sevgilisiyle ......... sonra bir metro istasyonunda karşılaşır. Ayaküstü yaptıkları olağan üstü dokunaklı konuşmanın ardından Anna çantasından çıkarttığı bir kağıt parçasına alelacele kendi telefon numarasını yazıp Nemo’ya uzatır. Kaybettikleri yılları telafi etmek istiyorlar haklı olarak…....... Sonra Anna koşarak kalabalığa karışır ve anında gözden kaybolur. Nemo yüzünde aptal aşıklara mahsus yayvan bir gülümsemeyle elinde tuttuğu kağıda baka kalmışken ne mi olur?

Güney Amerika'da yaşayan
İşini kaybetmiş yalnız bir adamın
birkaç ay evvel
canı kahve içmek istediği için
Anna ve Mr. Nobody ……. 
(bu kadar yeter)

Adam Güney Amerika’da değil de başka bir memlekette yaşasa,
İşini kaybetmemiş olsa,
Canı kahve değil de soğuk bir şey içmek istese,
Belki Anna ve Mr. Nobody ……
(mutlaka izleyin bence)

Filmin senaristi, cereyan eden zincirleme reaksiyonu son derece gerçekçi bir üslupla anlatmış. Romantik olanlarımızın bu durumu Kelebek Etkisi olarak tanımladıklarını biliyoruz.

Tabii ki lafı koronaya bağlayacağım.

Aralık sonlarında dünyanın öbür ucundaki balık pazarında olup bitenler bizimle ne kadar yakından alakalıymış anladık değil mi? Aynı saatlerde benim İstanbul’da, bir başkasının İzmir’de, diğerlerinin İtalya’da, İran’da, Amerika’da, bizi bekleyen #evdekal günlerinden habersiz yaptığımız planlar, programlar vardı. Söz gelimi geçen haftaya kadar hayatımın "normal" bir akışı vardı. Peki şimdiki akamayışına ne demeli? Neden uygulayamıyoruz o planları? Dünya artık hiç kimsenin her istediğini sorumsuzca yapabileceği kadar büyük bir gezegen değil de ondan.
  

Şu an pencerenin önünde yazıyorum bunları. Sekiz gündür evdeyiz. Sonrası belirsiz. Cehalet virüsünün çoktan ele geçirdiği azımsanamayacak bir grubun sokakta nasıl umursamazca dolaştığını zaman zaman öfke zaman zaman acımayla izliyorum.

Bu da bizim gerçeğimiz.
Kabul edip çözüm çabalarına kendimizce katkı sunmak zorundayız.
Moral bozmadan, sahip olduklarımızı göz ardı etmeden, şükürle yola devam.

Benim kendimi en şanslı kabul ettiğim konulardan biri birçok farklı insanla tanışma, arkadaşlık, komşuluk etme, böylelikle zengin bir gözlem yapma şansına sahip olmamdır. Zira şu içinden geçtiğimiz sıra dışı günleri yaşayışımız bile farklı farklı olabilir. 

Mesela memlekette kaçınızın Uruguaylı arkadaşı var? (Andreacığım 😚) İşte ben o azınlıktanım mesele. Kaç kişinin üst katında Suriyeli bir göçmen aile oturuyor? Yaaa… Onlarla tanış olduktan sonra ne çok fikrim değişti. Peki patrikhanede tanıdığı olan var mı? Yaaa… Gerçek bir evsizle selamlı sabahlı tanışıklığı olan? Ekseriyetle ön yargıyla yaklaşılan çarşaf giyen bir tanıdığı olan var mı? Onlardan biriyle konuşmuşluğu, sesini duymuşluğu olan? Ya trans birey tanıyan? Yaaaa demiştim portföyüm geniş diye... Peki şeyh, şıh tanıyan? Bir dergahta zikretmiş, ilahi söylemiş olan? Bu konularda zaten hepinizi tek geçerim. 😄 Ve ilave etmeden geçemeyeceğim, geçen sene bir de astronotla tanıştım, o kadar yani. 

Yine de bu insanların hiç birinin neye inandığını zerre kadar umursamadım/umursamam. Fakat evde kalıp kalmıyor olmalarını fazlaca umursuyorum... Nazik olmak istiyorum. Maneviyatlarıyla ilgili kutlamalarda eskiye nazaran biraz daha hassas davranmaya çalışıyorum. Dinlerin bayramları, özel günler, geleneksel kutlamalar, kandiller… Bir insanın önemsediği, kutsalı kabul ettiği, iyiliğe, birliğe, kardeşliğe vesile olan her bayramı/günü onunla beraber ve tam bir aidiyetle kutlamak gerçekten mutlu ediyor artık beni. Geçmişte yaşadıklarımın katkılarıyla geldiğim bu noktadan memnunum. Yarın ne düşünürüm onu da bilmiyorum. Son güncelleme bu.

Durum böyleyken ve ben tam hah işte burası çok güzel dediğim bir düşünce dünyası bulmuşken, elin balık pazarında olanlara ne demeli peki? Bu tarz düşünceler sadece benim aklıma gelmiyor. Sosyal medyada görüyorum, evdeki günlerini kendini ölçüp biçmekle, mizan kurmakla geçirenler çok fazla. Bu da bence umut demek.

Çünkü zorla da olsa anladık ki, her birimiz bir domino taşıymışız.
Birimiz yıkılmaya görsün, hepimiz yıkılırmışız.
Bize lazım olanlar;
hala gereksiz yere sokakta dolaşan,
hemşeriler,
meslektaşlar,
mezunlar derneği üyeleri,
din kardeşleri,
akrabalar,
komşular,
arkadaşlar
değil,
sorumluluk sahibi ve diğergam olanlarmış.

Eldivensiz el ele tutuşabilecek kadar insan olabilmek,
hayatı pencereden seyretmek zorunda kalmamak için 
dönüşmeli, dönüştürmeliymişiz.

Bu sınavı atlatamazsak sana başka bir elbise giydirip tekrar yollar, huyunu biliyorum.
Becerelim ve insan olalım inşallah. 
O zaman geri dönüp bakınca belki şöyle deriz "teşekkürler korona"


Sağlıkla
Sevgiyle
























12 Haziran 2019 Çarşamba

Geçen Gece Aldığım Ödül ve Görkemli Töreni








Bu gece hayatımın en kıymetli ödülünü aldım diyebilirim. Doğrusu beklemiyordum. Şaşkınlık, sevinç ve mutluluk göğsümün tam ortasında birbirine karıştı... 



1982 Kuşadası
Karaova Sahil

Beğendiğim bir çocuk var. Onun da beğendiği başka bir kız... Hepimiz akşam yemeklerimizi yemiş, aceleyle masadan kaptığımız bir kaç tabağı mutfak tezgahına neredeyse fırlattıktan sonra, evdekilere "Sofrayı topladım" diye gururla bağırarak haber verip kumsala koşmuşuz. Babasına kahve yapmadan dışarı çıkamayan Hülya henüz görünürde yok. Halamın yazlığındayız. Ters dönmüş sandal sanki hiç suya inmemiş, sanki yüzsün diye değil de, kıyıda baş aşağı dursun diye yapılmış. Cümbür cemaat tepesine çıkıp oturalım, Selim gitar çalsın, biz ağzımız kulaklarımızda onu dinleyelim diye var olmuş sanki küçük kırmızı sandal. Kenarları asker mavisi. Yağlı boya tahtaları gecenin nemiyle sırılsıklam. Terliklerimizin içi kum ve yosun dolu. Tenimiz tuz ve güneş kokulu. İçimiz pır pır. Selim en sevdiğim şarkıyı tıngırdatıyor. Biz mırıldanıyoruz... 

"Haykıracak nefesim kalmasa bile, ellerim uzanır olduğun yere, gözlerim görmese ben, bulurum yine, kalbim durmuşsa inan çarpar seninle..." 

Selim'den çok hoşlanıyorum. O da Özlem'den çok hoşlanıyor. Neyse ki Özlem'in çıktığı çocuk var. Murat. Daha liseli yaşımızda zincirleme bir kederin halkalarıyız ama yine de mutluyuz. Yani cuk oturmayan aşklarımız canımızı yaksa da kahretmiyoruz... Meltem tatlı tatlı esiyor. Islak saçlarım blendax kokuyor. Koyu mavi enine akordeon kutulu olandan. Gazinodan tavla oynayan büyüklerin birbirlerine sataşma sesleri geliyor. Sahil yosun kokuyor, tuz ve iyot. Uzaktan mutlu çatal bıçak sesleri, rakı balık kokuları yayılıyor bütün kıyıya, bütün yaza ve ilk gençliğime...


2019 Kuşadası 
Gurup Sitesi Sahil

Yine ben. 
Hakan, seneler evvel ters dönmüş kırmızı kayığın tepesinde oturan annesinden altı yaş büyük. Bardak almak için uğramışlardı eve. "Hadi sen de gelsene" dediler. Bilgisayarın ekranında açık duran yarıladığım yazıya baktım. Sonra saate; 01:10. Düşündüm. Çocuklar "Hadi yaa ne düşünüyorsun gel işte muhabbet, gitar falan" dediler. Kırmızı kayık geldi aklıma... Heyecanlandım. Sahile gitmek için sofradan mutfağa telaşla tabak taşımalarımı hatırladım... Ne lambayı, ne balkon kapısını, ne yazıyı kapattım. Terliklerimi ayağıma geçirdim. Askıdan anahtarı aldım, ters dönmüş kırmızı kayığa kavuşacakmışım gibi bir sevinçle evden çıktım... 01:13. Sahile geldik. Ay, ışığını denizin üzerine sermişti. Şıkır şıkır. Dalgalar bilmem kaçıncı şarkıyı icra ediyorlardı. Çocuklar sandviçlerini ve şaraplarını benimle paylaştılar. Gitarları, muhabbetleri, söyleyecekleri, dinleyecekleri vardı... Yaydıkları matın ucuna oturdum. Neler neler konuştuk... Sarılmalı, gülüşmeli, dertleşmeli... Hakan gitarını aldı eline. Bana döndü.

"Hadi ne istiyorsun söyle." 
"Ah bu ben."

Üçümüz birlikte söylemeye başladık. Dalgalar vokal yaptı. Şarkı bitti.

"Şimdi?"
"Sözlerimi geri alalamam."

Onu da söyledik... Sahil yosun kokuyordu, tuz ve iyot. Uzaktan mutlu çatal bıçak sesleri, rakı balık kokuları yayılıyordu bütün kıyıya, bütün yaza ve ikinci gençliğime... Ters dönmüş kırmızı bir sandalın üzerinde oturan gençler geçti gözümün önünden. Aralarında ben de vardım. Selim, Özlem, Murat... Hülya'nın abisi 80'de girdiği ceza evinden bir daha çıkamamış, işkencede ölmüştü. Birden o geldi aklıma. Biz sonradan duymuştuk. Selim maden mühendisi olmuş. Üç kere evlenmiş. Özlem doktor. Arada görüyorum hala... 

Bir sandal bulmam lazım. Hasarlı bile olsa olur. Ters çevirip yerleştiresim var kıyıya. Sonra bütün sevdiklerimi tepesine çıkartıp hep beraber Ajda'nın şarkısını söyleyelim istiyorum. Oğlum gitar çalsın. İçimiz pır pır etsin. Hep tuz, hep yosun, hep güneş kokulu yazlarımız olsun. Mavi kutulu blendax koksun saçlarım. 


Evet şaşkınlık, sevinç ve mutluluk göğsümün tam ortasında birbirine karıştı. Yirmili yaşlarındaki iki gencin gecenin bir yarısı bana yaptıkları bu davet hayatım boyunca aldığım en kıymetli ödüldü diyebilirim. Dalgaların geri çekilirken çakıl taşlarını yuvarlama sesi, ödül törenini izleyen davetlilerin alkışlarıydı. Bu muhteşem ortamda ay ışığının altında Gurur ve Hakan'ın yüreğinden aldım ödülümü. Yüreğimin baş köşesine yerleştirdim... Bir saat kadar oturdum onlarla... Havadan sudan, anadan babadan, sanattan felsefeden, hatta uzaydan konuştuk... Şarkılar şarkılar söyledik... Sonra anne Zeynep, kırmızı kayığın tepesinde oturan liseli Zeynep'e dedi ki, hadi biz dönelim. Tadında bırakmak diye bir şey var ya... Pişman etmemek lazım. :)) İki Zeynep eve geldik. Çocuklar sahilde, bir gün kendi çocuklarına anlatacakları anılarını yaşamaya devam ettiler. Şarkılar başka olsa da heyecanlar, yosun ve deniz kokusu aynıydı.

Mutluyum.  








3 Haziran 2019 Pazartesi

Parmak Çocuk Parmak Bisküvi





Küçük Ada 1972 - Biz 😊



Diyarbakır'ın en küçük köyü Söğütlüpınar'da doğmadım. Bilmiyorum belki öyle bir köy olsaydı doğardım. Dokuz çocuklu bir ailenin ortanca kızı da değilim. Dört benden önce, dört benden sonra toplam sekiz kardeşim yok. Bu yüzden çocukluğum çocuk bakmakla geçmedi. 

Annem terzi değildi. Haliyle Kaymakam Beyin karısı Leman Hanım, döpiyes provası için hiç gelmedi evimize. Patron kağıtları, Burda mecmuaları birikmedi büfenin alt dolabında... 

Annem, yirmi altı basamaklı merdivenle yerin bir kat altına inilerek girilen pavyonda şarkıcı da değildi. Bu yüzden hiç bir gece tek başıma korkudan tir tir titreyerek pencere önünde beklemedim onu. Kapımızı korkunç kılıklı, pala bıyıklı, göğüs kılları gömleğinden fışkıran adamlar çalmadı hiç... 

Dişçi Refik Beyin muayenehanesinde telefonlara da bakmıyordu annem. Belki Refik Bey diye bir doktor olsa gider durumunu ona anlatır, kocam ayyaşın teki eve ekmek getirmiyor, çocuklar okuyor diye dert yanar, o babacan adamcağız da annemi işe alırdı. Hem belki sonra Doktor Bey Robert Kolejde okuyan kızı Lale'nin giymediği kıyafetlerini, kullanmadığı o kırmızı askılı okul çantasını getirir anneme verirdi. Benim için. Annem gurur yapmadan alırdı. İhtiyacımız olduğu için. 

Titiz kadındı benim annem. Her gece kapının eşiğini çamaşır suyuyla silerken "Fakirlik temizliğe mani değil" diye söylenirdi. Aslında köşedeki evde oturan topukları çatlak Pakize ablaya laf çarpmak olurdu niyeti ama köşede ev yoktu. Pakize abla da... 

Annem banka müdürü de değildi. Aslında liseyi bitirir bitirmez açılan imtihanı birincilikle geçip memuriyete başlamış olsa şimdi çoktan en üst dereceden emekli olurdu. Ama liseye de gitmemişti... 

Annem ortaokul son sınıftayken bir gün Nesibe yengelerin çat kapı gelişi anneannemi telaşlandırınca çayın yanına iki yüz elli gram tuzlu, iki yüz elli gram parmak bisküvi almak için koşa koşa bakkal Şevki'ye yollamamıştı onu. Gitseydi yaşlı Şevki'nin arkada pirinç çuvallarının orada en sevdiği arkadaşı Yeşim'in küçük kardeşine neler yapmaya çalıştığını görürdü. Görse bağıra bağıra çıkar, koşa koşa yan sokaktaki kahveye gider dedesine, dayısına, komşulara "Koşun yardım edin" derdi. Onlar koşar küçük çocuğu kılına zarar gelmeden yaşlı Şevki'nin elinden alırlardı. Sonra yer misin yemez misin sormadan yedirirlerdi sopayı Şevki'ye. Ensesinden tutup koyarlardı karakolda Komiser Hulusi'nin önüne. O icabına bakardı şerefsizin... Mahalleli yazlık sinemanın afişlerinin asıldığı direğe Şevki'nin resmini takardı. Altına da bu adamdan çocuklarınızı uzak tutun yazarlardı. Şevki'nin çilekeş karısıyla kızı bir gece kimselere görünmeden sırra kadem basacak olurlardı da, konu komşu keserdi yollarını. Terzi Nimet ablanın avukat kızı akıl verirdi. "Sen neden utanacaksın, kaldır başını yerden sahip ol kızına." Zor da olsa boşardı onu Şevki'den.. Ana kız mahallede yaşamaya devam ederlerdi. Kızı Nermin tuhafiyeci Sevim'in yanında çalışır; kendi evde tarhana, salça yapıp çoğunlukla nüfus müdürlüğündeki memurlara satardı. Şevki hapisten çıkınca bir daha adım atamazdı bizim oralara. Biz, "bizim oralar olmayan" yerlerdeki çocuklar için dua edebilirdik sadece. Dedim ya neyse ki annem ortaokul son sınıftayken bir gün Nesibe yengelerin çat kapı gelişi anneannemi telaşlandırmamıştı. Nesibe yengemiz yoktu bizim. Haliyle annemin çayın yanına iki yüz elli gram tuzlu, iki yüz elli gram parmak bisküvi alması gerekmemişti. İyi ki de öyle olmuştu. Parmak bisküvi hemencecik kopup çayın içine düşüyordu. Olsun tek bisküviler kopsun çaya düşsün çocukların en büyük derdi bu olsundu. Bayram yeri gibi dünya...

Canı yanmış, canı alınmış bütün çocuklarımızın anısına...














   

29 Mayıs 2019 Çarşamba

Çocuklarınıza El Öptürmeyin






Hani bazen bir salgın hastalık çıkar ya ortaya... Genelde kış aylarında olur. Elbette sokaktaki her insan mikrop taşımıyordur ama önlem almak için tokalaşmaları, öpüşmeleri keseriz bir süreliğine... 

İşte bu da aynen böyle. 

Sevgili öğretmenler, anne babalar, çocuklarınızı huzurevi, bakımevi gibi kurumları ziyarete götüreceğiniz zaman lütfen onların yaşlılarla fiziksel temas kurmalarına; -kadın olsun erkek olsun- kimsenin elini öpmelerine izin vermeyin. Bunu da öyle büyük bir dikkatle yapın ki, bir çocuğun duygu dünyasında çok önemli yeri olan tonton dedeler ve nineler zarar görmesin.

Nedenini anlatayım...

Bir kere huzur evlerinde kalan MUHTEREM yaşlılarımızın sayısı sapıklarla kıyaslanamayacak kadar fazladır. Bu bilgi cepte dursun. Söz gelimi beş yüz yaşlının kaldığı bir kurumda sapık eğilimlilerin ya da sadece ahlak yoksunu vicdansızların sayısı, olsun olsun beş altı kişiyi geçmez. Verdiklerim, çalışma hayatım boyunca yaptığım gözlemlere dayalı tahmini rakamlardır. 

Fakat!

Diyelim ki öğretmensiniz ve sınıfınızı bu tip bir kuruma ziyarete götüreceksiniz. Huzurevi ya da bakımevi her neresiyse gideceğiniz yer, çocuklarla yaşlıların karşılaştıkları o ilk anda pek çok öğretmen gibi siz de "Hadi bakalım öpün dedelerinizin, ninelerinizin elini" diyebilirsiniz. Demeyin! Varsın yok olsun bu adet. Yaşamasın. Tarihe gömülsün. Hiç bir şey kaybetmeyiz. Yeter ki -varlığı muhtemel- üç beş yaşlı sapık, minicik elleri, kirli zihinlerinde dolaşan hastalıklı düşünceler eşiliğinde tutmasınlar. 

Ben yıllarca bu kurumlardan birinde çalıştım. Yüzlerce yaşlı tanıdım. Huylusu, huysuzu, çok konuşanı, çıt çıkartmayanı, neşelisi, gamlısı bir sürü yaşlı... Dört tane de sapık... Bir tanesi, kendi oğluyla birlik olup kızını mahvetmiş bir baba müsveddesiydi. Kuruma geldiğinde durumunu bilmiyorduk tabii. Huylu huyundan vazgeçmiyor ya, o hasta ruhlu varlığın, kısa süre sonra yaşlılarımızın besledikleri tatlı köpeğimize musallat olduğunu fark edince şok olduk. Zaten sonrasında da kendi evladına yaptıklarıyla ilgili gerçekler ortaya çıktı. 

Bir diğeri, eşraftandı. Saygın yani! Toplumun göstermelik saygınlarından. Torunu yaşındaki stajyer hemşireleri tansiyonunu ölçtürmek için odasına çağırıp, okuduğu (resimlerine baktığı) porno dergileri görmelerini sağlamaya çalışınca yakayı ele verdi.  

Diğer ikisinden bahsetmek bile istemiyorum. Bu -hasta ruhlu ya da ahlak yoksunu- kişilerin ortak yanı neydi biliyor musunuz? Hepsi gayet gelenekçi, gayet muhafazakar ortamlarda yetişmişlerdi. En doğal duyguları bastırılarak büyümüş insanlardı. Kızını hava kararmadan eve sokan, flörte onay vermeyen, regl/adet kanaması/aybaşı gibi kelimeleri kullanamayan, komşusunun karısı rahim ameliyatı olsa geçmiş olsun demeyi ayıp sayan, cinselliği dogmaların çizdiği yolda yaşamayı erdem zanneden ve daha bir çok çarpıklık içinde boğulmuş insanlardı... Ayrıca diğer bir ortak özellikleri, her fırsatta yerli yersiz dillerinden dökülen cinsel içerikli sözlerdi... 

"Zeynep Hanım sıcak su akmıyor."
"Arkadaşlar ilgileniyor, birazdan vereceğiz."
"Bak hamamcı olduk. Cenabet gezersek günahı size yazılır."

Hem ahlaksız, hem hadsiz, hem sözde dindar, hem din adına bilir kişi. Öldü gitti ama memleketteki binlerce kurumda bunlardan bir sürü var. 

Keşke ahlaksızlıkları yüzünden çoluğa çocuğa musallat olanlar hak ettikleri cezalara çarptırılsalar. Keşke gerçekten hasta olanlar, örneğin uzak bir adada toplumdan tecrit edilerek ömürlerini sürdürseler. Rahat etse çocuklarımız, kedilerimiz, köpeklerimiz, atlarımız, eşeklerimiz...

Diyeceğim o ki, çoğunluğu eli öpülesi iyi insanlar olsa bile, aralarında bu tip sapıkların bulunma ihtimali yüzünden çocuklarınızı huzurevlerine götürdüğünüzde el öptürmeyin. Tıpkı grip salgınında mikrobun herkesten bulaşabileceği ihtimalini göz ardı etmediğimiz gibi... Çünkü biz farkında olmasak da onların bazılarını her gün görüyoruz. Aynı toplu taşımayı kullanıp, aynı pazarda alışveriş yapıyoruz... Hatta benim tanıdığım o dört taneden biri cuma namazlarını kaçırmazdı mesela... 

Bu konuda çok fazla makale okudum. Kimisi pedofilinin hastalık, kimisi ahlaki çökkünlük olduğunu savunuyordu. Beni en çok etkileyen örnek şu oldu: Amerika'da evli bir erkek geçirdiği trafik kazası sonrasında kendisinde bazı değişiklikler fark ediyor. Çocuklara ilgi duymak gibi... Bir iki çocuk pornosu dergisi edinince kendi gidişatından ürküp ne yapıyor biliyor musunuz? Durumu karısına anlatıyor. Bu öyle kolay bir iş olmasa gerek. Kadının yaşadığı travmayı da tahmin edemiyorum tabii. Doktora gidiyorlar. Testler tetkikler... Kaza sırasında başının aldığı darbe ile gelişmiş bir bozukluk çıkıyor. Uzun süren bir tedaviden sonra adam tekrar eski normal haline dönüyor. Sonra mı? "Ya tekrarlarsa, ya bir çocuğa zarar verirsem" diye kısacık bir mektup bırakıp intihar ediyor. Üstelik tedavi öncesinde dahi tek bir çocuğa bile dokunmamışken. Belki de ahlak böyle bir şeydir bilemiyorum. 

Ahlaksızlıksa aramızda kol geziyor. Kirli düşüncelerine "kirli gerçeklik akımına göre edebi eser ortaya koydum" diye leş gibi bir kılıf bulmaya çalışıyor.  

Sonuç olarak, ben de bu illetle mücadelede en etkili silahın "susmamak" olduğuna inananlardanım. Tacizci bir esnaf mı önce esnaflar ayağa kalkmalı, imam mı gerçek imamlar isyan etmeli, öğretmen mi asıl öğretmenler tepkisini koymalı, bizim mahalleden mi önce bizim mahalle dikilmeli karşısına. Kimse susmamalı, hiç kimse...

Çocuklar susar, biz susmayacağız.














8 Mayıs 2019 Çarşamba

Beni hayır işlerine karıştırmayın :))









Zıpzıp ne alaka :)))


Bugün öğle vakti girdim güveççiye. Göçmen olduğunu tahmin ettiğim usta "Buyur abla" dedi. Sordum, "Yetişkin biri kaç tane yerse doyar" diye. "Üç" dedi. Küçük küçük pideler düşünün. Çeşitleri yok. Sadece kıymalı. Eyüp'de adına 'güveç' diyorlar. "Dört tane, bir de ayran ne kadar?" diye sordum. "On yedi buçuk" dedi. Usta güveçleri hazırlamaya başlamadan hemen çıkartıp parayı verdim. "Doyurursunuz birini, haydi hayırlı işler" dedim, arkamı dönüp kapıya yöneldim. "Hayrınız mı olsun bu?" dedi. "Aman beni karıştırmayın hayır işlerine" dedim. Baktı. Ben de ona baktım. "Her şey çok güzel olacak" dedim. Gülümsedim. Gülümsedi. Çıktım dükkandan. 

Tamam ben çok iyi kalpli, muhteşem biriyim ama bunları yazma sebebim başka... 

Benimle konuşan iki kişinin aklında şu detaylar kalsın istemiştim; bir ısrar yok, iki baskı hiç yok, üç on yedi buçuk lira büyük bir para olmasa da kayıtsız şartsız güvenmek var... Kadının çıkarken attığı slogana da bakılırsa... Hmm... Bunların akıllarında kaldığına eminim. 

Dün Ekrem Başkan şöyle demişti. İnsanlarla temas kurun. Anlatın. Güzel güzel anlatın. Bugün böyle bir anlatım oluverdi. Plansız. Yarın nasıl olur bilemem. Bildiğim tek şey; samimiyim. Kendi çocuklarım için ne istiyorsam bir Ak Partilinin çocuğu için de aynısını istiyorum. Yattığın yerden de olmuyor bazı şeyler... Niyet hayr akıbet hayr. O zaman bir kez daha her şey çok güzel olacak diyelim ve gülümseyelim...

😊