24 Mart 2016 Perşembe

Çilli yanak :)

 
 
Çilli yanaklı, kızıl saçlı, hafif topluca bir delikanlı. Yirmili yaşlarda gösterse de, zihninin çocukluk yıllarında kaldığı belli. Mendil satıyor çarşıda. Hemen hemen her indiğimde rastlıyorum ona.
 
 
 
 
 
Bugün manavdan bir şeyler alırken arkamdan seslendi.
 
"Abla abla"
 
Hepsi bu. Daha ağzından başka söz duymadım. Ha bir de "Al al" diyor. :) 
 
Döndüm. Evet o.
 
Mendili elli kuruşa sattığını biliyorum ama belki çocuk zihniyle başa bir fiyat söyler; sonra elli kuruşu görünce üzülmesin diye sordum.
 
"Ne kadar?"
 
"Al al"
 
"Tamam. Ne kadar?"
 
"Al"
 
Manav söze karıştı ve gönlümden kopanı vermemi tavsiye etti. 
 
Elimi cüzdanıma sokup parmaklarımın arasına toplanan bozukluk kümesini delikanlının avucuna koydum. Merak etmeyin, bozukluk kümesi beş ve on kuruşlardan oluşmuyordu. (Fakirler verir o kadarını, ben elli kuruş bir lira veririm.) İki paket mendili çantama koydum.
 
O sırada çilli yanaklı delikanlı. Avucuna baktı. Güldü. Bana baktı. Güldü. Bir kaç paket mendil daha uzattı.
 
"Al al"
 
Hmmm verdiğim parayı beğendi. Bir kaç tane daha satmak istiyor. Amaaaaan alıvereyim ne olur yani dedim ve bir miktar daha bozukluk uzattım.
 
Elimi tuttu. Yavaşça itti. Sonra altı paket mendili domates tezgahının üzerine bıraktı. Gülüyordu. Ona verdiğim bozuklukları gösterdi. Gözleri yeşil mavi arası çok güzel bir renk. Öylece baktım o güzel, o temiz gözlere. Güldü bana.
 
Yürüdü gitti.
 
Manav torbaları elimde arkasından baktım. Esnaf ne çok seviyor onu.
 
 
 
 
 
 
Bir zihinsel engelli, hak ettiğinden fazlasını kabul etmemeyi başarabiliyorken. Fakirler karanfil ben gül bırakıyorum diyen olsa olsa insanlık engellidir dedim kendi kendime. Bütün servetini versen bir çilli olamazsın sen. İşte senin paranın yetmeyeceği şey; insanlık. Naber fakiiiiir. Kendi diyen kendi olur. Nanik nanik. Ohhhh.
 
 
 
 
 
 
Az sonra ben anasonlu peşinde koşarken tekrar karşılaştık güzel gözlü çilli mendilciyle.
 
"Abla abla" dedi.
 
Göz kırptı. Öyle güzel kırpıyor ki...
 
Can onlar can.







9 Mart 2016 Çarşamba

Ölüler Albümü

Oysa sadece bir ninninin sözlerinin peşine düşmüştüm. Ninniden ninniye atlarken x bir savaşta annesi ölmüş bir adamın annesinden öğrendiği ninniyi tekrar annesine söyleyişine rastladım. Fakat sözleri bulamadım.

Tam o sırada hastalıklı bir yorum okudum. Irkına ve üzerinde yaşadığı toprağa tapan biri yazmıştı. Hastalık derken hakaret etmediğimi söylemeliyim. İnancım bu düşüncenin hastalık olduğu yönünde. Derdi şuydu; "Vay efendim onlara nasıl üzülürsünüz? Filanca zamanda filanca yerde onların da ataları .... "


İnternete şöyle bir bakındım. İki ayaklılar tarihinde katliamdan bol bir şey yok. Biraz fotoğraf aldım. İçlerinden sadece üç tanesinin yaşıyor olma ihtimali var. Yedi sekiz ırk ve dört beş farklı inanca sahip bu insanların tamamı masum. Yaşları ortada zaten. Hangisinin nereli, hangi ırka ve inanca mensup olduğunu biliyorum ama özellikle yazmıyorum. Ortak özellikleri ise farklı tarihlerde farklı yerlerde aynı anlamsızlıktaki savaşlarda katledilmiş olmaları.

Hepsine aynı derecede sızlamayan kalp gerçekten bir insana ait olabilir mi? Fakat aksini düşünenlerle aynı marketten alış veriş yapıyoruz. Aynı otobüse binip yanlarına oturuyoruz. Tamamı için ettiğim en içten duam şudur; "ötekilerin" kanına, böbreğine, iliğine, ... muhtaç olun.


Unutmadan... Bu yazıda siyaset değil, insaniyet vardır.


Haydi resimlere bakalım...

Birlikte karar verelim, hangileri katledilmeyi hak etmiş olabilirler diye.





Bu üç ufaklık mı?



Ya bu minik kız?



Bu korkuyu yaşamalı mıydı? Sırf ... olduğu için?



Mahcup kızların nasıl öldüğüne bakamadım bile.



Ya bu?



Fotoğraf güzel. Sonrası değil.



Efendim???



Oralı olmanın, .... inanmanın bedeli.



Bebeğim



Ne kadar suçlu bakıyorlar.



...




Eller yukarı demiş birileri. O da korkup kaldırmış.




Genç




Bebek




Çocuk




Prenses




Kurdelelerine bakar mısınız...



Hangileri katledilmeyi hak etmiş olabilir?

Irkçılık bir hastalıktır.
"İyi ama onlar da..."
diye söze başlayanlarsa hasta!

Sevgiyle... :((


6 Mart 2016 Pazar

İsmi neydi acaba?

 
Tanımadığım bir beyefendiyi satın aldım; iki buçuk liraya!
 
Bu pazar Aykan'la Yaman geldiler. Yaman'a Balat'ı gezdirdik. Balat'ta gezip mezata rastlamamak mümkün mü? Değil. İşin aslı mezatlarla ben de bu kış tanıştım. Çok ilginç, çok etkileyici ve benim için bir o kadar da hüzünlü.
 
Sonuçta girdik bir tanesine...
 
Görevli salon kurallarını kısaca hatırlattıktan sonra satışlar başladı.
 
40'lı, 50'li, 60'lı yıllara ait fotoğraf albümleri satışa sunuldu ilk olarak. Aykan'la içimiz bir tuhaf oldu. Önümüzde oturan genç hanım 5 lira teklif verdi ve ilk albüm kendisinde kaldı. İkinci ve üçüncü albümler de aynı fiyata onda kaldı. Omuzuna dokunup bir tanesine bakmak için izin istedim.
 
Esmer, iri gözlü, saçları mizampli genç bir hanımla şık bir bey masa başında poz vermişler. 50'li yıllar. Nişanlı gibiler. Sayfaları çevirdikçe hayatlarını seyrettim. Beyefendi genç hanıma çiçek verdi. Dans ettiler... Sonra genç hanım gelinlik giydi. İmzalar atıldı. Evlendiler.  Şahitler... Davetliler... Bir sayfa daha çevirdim. Kilisedeler... Aaaaa dedim. Neden? Çünkü o fotoğrafa kadar hiç bir fark sezmemiştim. Aynıyız. Cidden aynıyız. Rum Ortodoks kilisesinde çekilen fotoğraflar... Merasim fotoğrafları bol bol... Minik nedimeler, çiçekler... İstanbul yani.
 
...
 
 
Bazı insanlar hiç tanımadıkları kişilere ait fotoğrafları sadece o dönemi tanımak için alıyorlarmış. Bazıları da giysi modeli almak için...
 
Şayet bir kere daha mezata gidersem, sadece tanımadığım insanların hatıralarını korumak için albüm almaya niyet ettim. Aynı anda Aykan bana döndü ve "Ölmeden evvel bütün fotoğraflarımızı yakalım." dedi.
 
 
 
 
Albümlerden sonra satıcı elindeki iki ahşap çerçeve için teklif istedi. Çok kaliteli, masif ve eski çerçevelerdi. Büyük olanında yaşlıca bir erkek fotoğrafı vardı. Albüme bakarken başlayan burnumun direğindeki sızlama henüz geçmemişti bile, hemen elimi kaldırdım. Bunun manası 5 tl demektir. İlgilenen olmadı ve iki çerçeve de bende kaldı. 5 tl. Meçhul bir adamın fotoğrafını alıp geldim eve...
 
Baktım... Baktım...
İyi ya da kötü biri olabilirdi. Doktor, öğretmen, maliye müfettişi, terzi, ...
Baba, kardeş, evlat, dayı, amca, ...
Ya ismi neydi acaba?
Ali Rıza? Müşfik? Vasilis? Artin?
 
 
 
Yapamadım.
 
Fotoğrafını çerçeveden çıkartıp, yırtıp atamadım. İki ekmek fiyatına almış olmaktan duyduğum mahcubiyet vardı zaten.
 
Babamın tesadüfen İstanbul'a gelmiş olan fotoğrafını diğer çerçeveye koydum. İki merhumu evimizin baş köşesine yerleştirdim.
 
Ne garip!
 
 
Ölümümüzden seneler sonra bir fotoğrafımız mezatta satılır mı acaba? Kaça gideriz? Kim alır? Ne yapar? Elbette o biz olmayız ama ya alanda yeşeren hisler? O hisler biz olabilir miyiz? Bugün hissettiğim hüzün, mutluluk, koruma duygusu isimsiz misafirimin kendisi olabilir mi?
 
Bilmiyorum.
 
Önünden geçerken çerçeveye bakıyorum. İsmini Teo koydum. Ne olur  ne olmaz diye. Öyle ya Teadoir de olabilir, Teoman da :))) Ruhu şad olsun.
 
Sevgiyle... 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
  

2 Mart 2016 Çarşamba

Bu akşam metrobüste gönlümün ağzını bozdum


Hayatım boyunca hiç bir zaman hiç kimsenin zenginliğiyle alıp veremediğim olmadı. Servet düşmanı hiç olmadım. Amaaaaaa...
Bu akşam metrobüste gönlümün ağzını bozdum.
Saydım. Sövdüm.
Arada hep yapıyorum.

Arada / hep :))))
&
Denizle durakta buluştuk. Yağmur bütün gün durmadan yağmıştı. Biz durakta, dolu gelen metrobüslere kedi ciğere bakar gibi bakarken de yağmaya devam ediyordu. Zeki'yi arayıp "yemek davetine gelemiyoruz galiba" dememe ramak kalmışken metrobüsün içinde bulduk kendimizi. Nasıl başardıysak :))
Arkamda iki hanımın konuştuğunu duydum.
"Kaç kilo kaşar dilimledin?"
"Bilmiyorum vallahi"
Gülüştüler.
"Yeni makinayla dilimledim"
"Kolun sakat dikkat etseydin"
"Ettim ettim"
"Yarına kaldıysa onları ben hallederim"
Gayri ihtiyari dönüp onlara baktım. Göz göze geldik, pembe başörtülü olanla. Çok sıcak, tatlı bir yüzü vardı. Kahverengi saçlı da öyleydi. Gülümsedik birbirimize. Tekrar önüme döndüm.
                            
"Havuçlu şeyden de yapılacak yarın."
"Yaaaa?"
"Malzemenin çoğu hazır."
"Hepsine mi?"
"Yok. 800 kişilik sadece"
Dayanamadım.
"Şeyyy afedersiniz ama otelde mi çalışıyorsunuz?"
İkisi de güldü. Zaten kendi aralarında konuşurken de hep gülüşüyorlardı. Yorgun oldukları belliydi ama mutsuz da görünmüyorlardı.
"Yemek şirketinde."
"Yaaa?"
"3000 kişilik yemek çıkartıyoruz her gün."
Küçük dilimi mi yutsam, gözlerimi yuvalarından mı fırlatsam bilemedim.

"Kaç kişi çalışıyorsunuz?"
"Usta ve müdürler dışında 6 kişi."
"Ne?"
Güldüler yine.
"Peki kaçtan kaça çalışıyorsunuz?"
"Sabah 07:30 akşam iş kaçta biterse. Bu akşam erken bile çıktık"
Saat 18:45'i gösteriyordu. Onlar da bizimle Ayvansaray'da binmişlerdi metrobüse.
"Mesai alıyor musunuz?"
"Geçen sene tam alıyorduk. Bu sene yarıya indi."
Kahverengi saçlı hanım kulağıma doğru yaklaştı.
"Müdürlerin arabaları yenilendi tasarruf etmek lazım" 
Bunu söylerken bile kıkırdıyordu. Bu insanların sinir sistemleri gülümsemeyi koruyucu bir kalkan olarak kullanıyordu besbelli.
"İzin?"
"Haftada bir ama bazı haftalar işe göre iptal olabiliyor."
Ben onlara doğru yaklaştım bu sefer,
"Patronların dinle imanla arası nasıl?"
Pembe başörtülü kontrol edemediği minik bir kahkaha patlattı. Mahcup bir edayla eliyle ağzını kapatırken usulca,
"Çok dindarlar" dedi.
Hayatımız ironi ya artık.
Külahımın dindarları.
                                 
Evleri Sefaköy tarafındaymış. Demek oluyor ki bu insanlar ortalama olarak, sabah 06:00 - 06:15 gibi evlerinden çıkıyorlar. Akşam evlerine dönme saatleri ise 20:00 civarı.
Mesele şu ki, bu hanımlar, gezmekten tozmaktan dönmüyorlar. Evdeki çalışanları yemekleri yapmış sofraları hazırlamış onları beklemiyor.
Evde geçirecekleri on saatleri var. Bu on saati, uyku, ev işleri, ev halkıyla hoş beş ya da ne bileyim yapmak isteyebilecekleri şeyler arasında nasıl pay edebilirler acaba?
Maaşlarının ne kadar olduğunuysa düşünmek bile istemiyorum.
&
Onlar kendi aralarında gülüşerek konuşmaktaylen biz ineceğimiz durağa geldik.
"Allah'a emanet olun." dedim.
"Siz de" dediler, tebessümle...
&
Dedim ya ben servet düşmanı değilim. Sömürü düşmanıyım. Bu sebeple ne yapmam gerektiğini düşüyorum. Yapabileceklerim bireysel. İhtiyacım olandan fazlasını tüketmemek mesela... Bu bilinçte çocuklar yetiştirmek... En önemlisi, isteklerimin, ihtiyaçlarım olmadığını kafama sokmak ve sömürü sektörlerini beslememek. Daha doğrusu bu yaştan sonra İslam'ı bırakıp Para Dini'ne tabi olmamak. Bu yüzden geçen hafta 10 TL'ye aldığım gözlüğümü çok seviyorum. :)))
                                                          

Bütün Pembe Başörtülü ve Kahverengi Saçlı hanımlara,
Emeği, hayatı sömürülen tüm insanlara
Sevgiyle...