17 Temmuz 2017 Pazartesi

böcek





Evin içinde yapış yapış dolaşırken, bir yandan nemli sıcağa çare arıyor; bir yandan da radyodan haberleri dinliyordum.

“Hızlı tren kazası soruşturmasında gelişme. Yakup Kadri Karaosmanoğlu adlı hızlandırılmış tren İstanbul – Ankara seferi sırasında kaza yapmış, 37 kişi hayatını kaybetmişti… Yaz Olimpiyatları Yunanistan'ın başkenti Atina'da başladı…” 

Salonda küçük pencerenin önündeki kanepeden daha serin bir yer yoktu. Serinliğe sığınmaya giderken basamağın kenarında gördüm onu. Şaşırdım. İrkildim. Korktum. Alıştıklarımdan büyük, üstelik çok değişikti. Hızlı mı yavaş mı hareket ettiğini anlamak için bekledim. Yavaşsa sorun yoktu, bir şekilde onu bahçeye atmanın çaresini arayacaktım. Ya hızlıysa? Ya aniden uçarak gelip üzerime yapışıverirse? Bu ihtimal aklımı başımdan aldı. Sıcaktan neredeyse rölantide çalışan bedenim bir anda panik moduna geçti. Hiç düşünmeden bodruma koştum; raftan böcek ilacını kaptım ve nefes nefese salona döndüm. Tıslayan kimyasal tüpünü ona doğru çevirmiştim bile. Hiçbir şeyden haberi olmayan yeşilli kırmızılı böcek sağa sola hareket etmeye çalıştı. Zehirden mamul minik gölün ortasında çırpınıyordu.

Göğsümün üzerinde bir ağırlık, böcek ilacının kutusuyla elimin arasında ıslaklık hissettim. Zehir, bileğimin iç tarafından dirseğime yol tutturmuş, akıyordu. Hangi canavara karşı böyle cansiperane savunmuştum kendimi? 

Körfezdeki tanker kazası canlandı gözümün önünde. Petrole bulanmış kuşlar, balıklar geldi aklıma. Televizyonda, çırpınarak ölen bir deniz kuşunu izlerken nasıl ağladığımı, nasıl isyan ettiğimi hatırladım. Suçluluk mideme bulantı olmuştu. “Neden yaptım bunu?” diye düşündüm. Böcekçiğin çırpınışları git gide yavaşladı. Zehir nasıl tesir ediyordu bedenine? Suya soksam, yıkasam arınır mıydı? Hissettiğim çaresizlik ve pişmanlıkla giderek daha salaklaşan sorular sormaya başladım kendi kendime. 

Derken o anı hayatımın unutulmazları arasına sokacak bir şey oldu. Serçe parmak büyüklüğündeki yeşilli kırmızılı böceğin çırpınışları durdu. Yere çarptıkça çıkarttığı kahredici çat çut sesi kesildi. Ona doğru eğildim. Hayretle fark ettim ki, yeşilli kırmızılı böceğin başı varmış. Hatta başını tıpkı bir insan gibi sağa sola çevrilebiliyormuş. Korkusunu belli edebilen turuncu gözleri varmış. Hayatımda ilk defa bir böcekle göz göze geliyordum. Gözlerimi gözlerinden kaçırmak istedim. Yapamadım. Gözyaşlarım akmaya başladı. Ter. Zehir. Gözyaşı. Vücudumun her yanından bir şeyler akıyordu. Böceğin bakışlarında “Ne yaptım ben sana?” vardı. Son defa hareketlendi, güçsüz bir çırpınışın ardından öldü.


Bahçede servis kaşığı ile açtığım çukura koydum onu. Bu itinalı hareketim sebebiyle tokatlamak istedim kendimi. Öldürdükten sonra nazikleşmek caniliğin şanından mıdır diye düşündüm. Örttüm üzerini toprakla. Yeşilli kırmızılı böceğin arkasından ağladım. 

Seneler boyunca onu her hatırladığımda gözlerim buğulandı, içim sızladı. Kimse abarttığımı düşünmesin. En ciddi yazılarımdan biridir bu. Yaşam kutsaldır çünkü. Masumiyet kutsaldır.



O zamanlar değildim ama bu olaydan kısa bir süre sonra bir sebeple dindar olmayı seçtim. İşin tuhafı dindar değilken bir böceğe yaptığı yanlış karşısında böyle hisler besleyen ben, dindar olduktan sonra eskiyi aratacak yanlışlar yaptım. Hepsi kılıflı minarelerdi ve desteklenip, körüklendi. Kendilerini tarikat olarak adlandırmayan ‘manevi bir guruba’ dahil olmuştum. Bana “Burayı sen seçmedin Allah seni seçti” dendi. Hoşuma gitti. Çok sonraları Allah'ın neleri isteyip neleri istemeyeceğini, hanyayı konyayı yani... hatta biraz daha fazlasını anladım... 

falan filan işte... gerisi kitapta... inşallah biter 










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder