Evin içinde yapış yapış dolaşırken, bir yandan nemli sıcağa çare arıyor;
bir yandan da radyodan haberleri dinliyordum.
“Hızlı tren kazası soruşturmasında gelişme. Yakup Kadri
Karaosmanoğlu adlı hızlandırılmış tren İstanbul – Ankara seferi sırasında kaza
yapmış, 37 kişi hayatını kaybetmişti… Yaz Olimpiyatları Yunanistan'ın başkenti
Atina'da başladı…”
Salonda
küçük pencerenin önündeki kanepeden daha serin bir yer yoktu. Serinliğe
sığınmaya giderken basamağın kenarında gördüm onu. Şaşırdım. İrkildim. Korktum. Alıştıklarımdan
büyük, üstelik çok değişikti. Hızlı mı yavaş mı hareket ettiğini anlamak
için bekledim. Yavaşsa sorun yoktu, bir şekilde onu bahçeye atmanın çaresini
arayacaktım. Ya hızlıysa? Ya aniden uçarak gelip üzerime yapışıverirse? Bu ihtimal
aklımı başımdan aldı. Sıcaktan
neredeyse rölantide çalışan bedenim bir anda panik moduna geçti. Hiç düşünmeden bodruma
koştum; raftan böcek ilacını kaptım ve nefes nefese salona döndüm. Tıslayan kimyasal tüpünü ona doğru çevirmiştim bile. Hiçbir şeyden haberi olmayan
yeşilli kırmızılı böcek sağa sola hareket etmeye
çalıştı. Zehirden mamul minik gölün ortasında çırpınıyordu.
Göğsümün
üzerinde bir ağırlık, böcek ilacının kutusuyla elimin
arasında ıslaklık hissettim. Zehir, bileğimin iç tarafından dirseğime yol tutturmuş, akıyordu. Hangi canavara karşı böyle cansiperane savunmuştum kendimi?
Körfezdeki tanker kazası canlandı gözümün önünde. Petrole bulanmış
kuşlar, balıklar geldi aklıma. Televizyonda, çırpınarak ölen bir deniz kuşunu izlerken
nasıl ağladığımı, nasıl isyan ettiğimi hatırladım. Suçluluk mideme bulantı olmuştu. “Neden yaptım bunu?” diye düşündüm. Böcekçiğin çırpınışları
git gide yavaşladı. Zehir nasıl tesir ediyordu bedenine? Suya soksam, yıkasam arınır mıydı? Hissettiğim çaresizlik ve
pişmanlıkla giderek daha salaklaşan sorular sormaya başladım kendi kendime.
Derken o anı hayatımın
unutulmazları arasına sokacak bir şey oldu. Serçe parmak büyüklüğündeki yeşilli
kırmızılı böceğin çırpınışları durdu. Yere çarptıkça çıkarttığı kahredici çat çut sesi kesildi. Ona doğru eğildim. Hayretle fark ettim ki, yeşilli kırmızılı
böceğin başı varmış. Hatta başını tıpkı bir insan gibi sağa sola çevrilebiliyormuş.
Korkusunu belli edebilen turuncu gözleri varmış. Hayatımda ilk defa bir
böcekle göz göze geliyordum. Gözlerimi gözlerinden kaçırmak istedim.
Yapamadım. Gözyaşlarım akmaya başladı. Ter. Zehir. Gözyaşı. Vücudumun
her yanından bir şeyler akıyordu. Böceğin bakışlarında “Ne yaptım ben sana?” vardı. Son defa hareketlendi, güçsüz bir
çırpınışın ardından öldü.
Bahçede servis
kaşığı ile açtığım çukura koydum onu. Bu itinalı hareketim sebebiyle tokatlamak istedim kendimi. Öldürdükten sonra nazikleşmek caniliğin şanından mıdır
diye düşündüm. Örttüm üzerini toprakla. Yeşilli kırmızılı böceğin arkasından ağladım.
Seneler boyunca onu her hatırladığımda gözlerim buğulandı, içim sızladı. Kimse abarttığımı düşünmesin. En ciddi yazılarımdan biridir bu. Yaşam kutsaldır çünkü. Masumiyet kutsaldır.
O zamanlar değildim ama bu olaydan kısa bir süre sonra bir sebeple dindar olmayı seçtim. İşin tuhafı dindar değilken bir böceğe yaptığı yanlış karşısında böyle hisler besleyen ben, dindar olduktan sonra eskiyi aratacak yanlışlar yaptım. Hepsi kılıflı minarelerdi ve desteklenip, körüklendi. Kendilerini tarikat olarak adlandırmayan ‘manevi bir guruba’ dahil olmuştum. Bana “Burayı sen seçmedin Allah seni seçti” dendi. Hoşuma gitti. Çok sonraları Allah'ın neleri isteyip neleri istemeyeceğini, hanyayı konyayı yani... hatta biraz daha fazlasını anladım...
falan filan işte... gerisi kitapta... inşallah biter
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder