8 Mart 2018 Perşembe

8 mart'ı ağlatan adam






Atölyedeydik. Dört büyük masanın etrafında on beş yirmi hasta kadar vardı. 'Hasta' çok da doğru olmadı ama öyle işte. Engeller, özürler, e tabi bazı kronik hastalıklar topluca anlatılmak istendiğinde insan hepsine birden kestirmeden hasta diyor. Kağıt kesen, kumaş kesen, bir yumak yünü başka yumağın üzerine saran, bir şey yap(a)madığı için sadece etrafı seyreden, 'çişim geldi' diyen, çok güzel çiçekler yapan, çiçek yapmaya çalışan, bir türlü yapamadığı halde o en yapamadığı çiçeği getirip eğitmenlerine gösteren, 'aferin' bekleyen kocaman bebekler öğle sonrası çalışmalarına başlamıştı.

Çaycımız var. İsmi lazım değil. Hissi yeter.
Eli ayağı tuttuğu, aklı başında, vücudu dinç olduğu için atölyenin çay ocağı ona emanet. Kaldığı kurumda bir işin ucundan tutmak, karşılığında az da olsa bir miktar para kazanmak bazıları gibi ona da iyi geliyor. Üç kuruş olsun insanın cebinde.

Onu isimsiz anlatmak zor olacak. Hadi ismi Kemal'miş, bana kolaylık olsun diye yani. Kısa boyludur Kemal abi. Ufak tefektir ama bugün bana pek iri yarı göründü. Ah ah...  Kumaş pantolonunun rengine ters düşmeyen balıkçı yaka kazaklar giyer. İnce olur ya, ceket içine de giyilir. Tarz adına hepsi bu. Temizdir, düzgündür. Saçların çoğunu dökmüş. Kalanlar açık kumraldan beyaza kırçıl kırçıl. İnce bıyıkları Sadri Alışık modeli. Hep güler Kemal abi. Sakinlerle şakalaşır. Sakin günlerinde değillerse dalaşmamak için uzak durur. Sabah iş başı yaptıklarında ve öğlen yemek dönüşü hepsine tek tek çay götürür. Kim büyük bardakta kim küçük bardakta ister bilir. Şekersiz içenler, tek ya da çift şeker koyanlar hep aklındadır. 

Bir kaç kere çay ocağında onunla yalnız kaldığımızda, sanki ucundan kıyısından hikayesine dokunacak oldu... Anlatmak istedi gibi... Soramam da anlatsa dinlerdim. Baktım sesi çatallanmaya başladı. Arkasını döndü, omzuyla yanağına akanları sildi. Fark etmemiş gibi yaptım "aaa beni çağırıyorlar" diyerek çabucak yanından ayrıldım. Epey oluyor. İki üç ay falan. 

Hiç evlenmediğini biliyorum. İki erkek kardeşlermiş. Diğeri evli, çoluk çocuk, torun torba falan var. Aileden kalan küçük evi onlara daha çok yakıştırmış. Kendi hakkını da bırakıp, biraz da her şeyden vazgeçip toplamış tası tarağı, gelmiş kuruma yerleşmiş. Çok severim Kemal abiyi. O şeye benzer, hiç bir şeye üzülmeyen insanlara... Hep gülen, hep geyik yapan, hiç derdi tasası olmayan, hayatı tiye alanlar vardır ya. Bu hallerinin kendi imalatı bir zırh olduğunu iki sene önce anlamıştım ama zırhının parçalanacağı ana tanıklık etmek... Ne bileyim... Hazırlıksız yakaladı beni.


Bizim iç içe geçmiş iki atölyemizde bütün gün televizyon açıktır. Radyo niyetine. Türkçe müzik dinlemeyi sever sakinler. Anlasalar da anlamasalar da severler. Bu öğlen aklının yaşı 7, kendininki 72 olan Hüsnüyle birlikte sepet örenler için yine güle oynaya makara hazırlıyorduk. Yanımızdaki görme engelliler masasında yemekten dönüp işine başlamış iki sakin harıl harıl sepetlerini örüyorlardı. Arkamızda Esma, kolundan yakaladığı birine 'kaç kere beyin kanaması geçirdiğini, kızının kaç yaşında intihar ettiğini' milyonuncu defa anlatıyor; atölyenin güllerinden Yaşar, akülü arabasında dolana dolana elindeki mini tezgahına ilmek üstüne ilmek atıyordu. 

Televizyonda Sibel Can varmış. Ses kısık diye fark etmemişim. 'Adını dağlara yazdım yarim' diye söylüyormuş. Kumandalar önümde duruyordu. Bir baktım Kemal abi yanımda. Yüzü bir tuhaf, sararmış gibi. Bakışları da öyle. Canı çekilmiş sanki.  

"Aç şunun sesini gözünü seveyim." 

Dinleyerek okuyun bence
videoda sorun olursa aşağıdaki link 

https://www.youtube.com/watch?v=gKOiAR1PWJs


Onu hiç böyle görmemiştim. Şaşırdım. Hemen televizyonun sesini açayım dedim, olmadı. 'Pili mi bitmiş bunun' diye söylenirken ben, o atıldı aldı kumandaları elimden. Kaçırmaktan, şarkısını dinleyememekten korktuğu o kadar belliydi ki. Bir altmış boyunda, koyu kahve rengi balıkçı yaka kazak giymiş, başı iyice kelleşmiş, ince bıyıklı bu adam şarkıyı saygı duruşunda gibi dinlemeye başladı. Başını melodiyle hiç alakası olmayan bir ritmle sürekli sağa sola sallıyordu. Yavaş yavaş ama aralıksız. Gözlerini ekrana öyle bir kilitlemişti ki, televizyonu da, duvarı da, diğer duvarları da delip geçiyordu bakışları... Sakinlerden biri seslenip çay istedi. Duymadı Kemal abi. Başka biri daha çaaaayyyy diye bağırdı. Onu da duymadı. Gözümü ayırmadan, karşımda donmuş kalmış gibi duran, saniye saniye gençliğine dönen yaşlı adamı izledim. 'Özledim gitme deseydin yarim bırakma etme deseydin' diye şarkıya eşlik etti. Dudaklarını açmadan söyledi desem yeridir. 

Çay isteklerinin ikiletilmesine alışkın olmayan hastalar mırıldanmaya, kimileri söylenmeye başladılar. Akılları ermezdi ki. İşaret parmağımı dudaklarıma götürüp o meşhur sarışın hemşire gibi şşşşşş yaptım. Sustular. Şarkı devam ediyordu. Kemal abi yarım metre solumda hazır olda dinliyordu. Bittiğinde üç ya da beş saniye daha kımıldamadı. Sonra yavaşça bana doğru döndü omzumun üzerinden kulağıma eğildi.

"Şu anda kaç yaşındayım bil bakalım?" dedi.

Küskün gülümseyiş neymiş o zaman gördüm yüzünde. Konuşmama imkan yoktu. Ağzımı açarsam, sanki gözlerime bağlı bir düzenek devreye girecek yaşlar on yerimden akacak gibiydi. Zorla güldüm. Anladı.

"Yirmi sekiz." dedi kulağıma.

Kısık sesle. İncedir zaten Kemal abinin sesi. Bazı kelimeleri yarısı dökülmüş dişlerinin arasından söyler. Sekiz'in s'si tıslayarak çıktı. Döndü, çay ocağına doğru yürüdü. Arkasından baktım. Boyasını ihmal etmediği, yan tarafları inceden çatlamış yumurta topuklu ayakkabıları içimi cız ettirdi. Ayakkabı içine dokunur mu insanın? Dokundu valla. Başını hala iki yana sallıyordu. On dakika sonra elinde yuvarlak metal tepsisi, üzerinde kimin olduğunu kendi bildiği çaylarla atölyede dolaşıyordu. Şakacı, vurdum duymaz Kemal abi yine çay dağıtıyordu. Tepsideki son çayı bana verdi. Öyle baktım yüzüne. Yumuk yumuk güldü bana. Konuşmadan anlaşmanın tadına vardık. Yanakları pembeleşmiş, ıslak pınarlı çukur gözleri katarakttan hafif matlaşmıştı. Nasıl baktıysam artık, 'boş veeeer' dedi. Ş de tısladı.

Anlayacağınız bu 8 Mart'ta kırk sene evvelinden bir kadın gelip canımıza okudu. Hoş kim bilir ona neler olmuştu ya? Sahi yaşıyor muydu ki? Esmer miydi mesela? İsmi? Kemal abinin aklında hangi resmi kalmıştı? Kırmızı dar kazağını giydiği hali mi? 

💜