10 Ağustos 2018 Cuma

Zamanın Durduğu Yerde Dolar 1 Lira











Güneş evin arkasındaki zeytin ağaçlarının arasından yavaş yavaş yüzünü göstermeye başladığında Zeynep çoktan bütün sebze ve çiçekleri sulamış, avluyu süpürmüştü. Sıcak çökmeden toplamaya özen gösterdiği fasulye, biber ve salatalıklar seneler önce dedesinin yaptığı ahşap bahçe masasının üzerindeki sepette mutfağa götürülmeyi bekliyorlardı. 

İki gün önce balık yedikleri için kayığını suya indirmemişti. Motorun örtüsünü düzelttikten sonra denize şöyle bir baktı, yeni ütülenmiş parlak saten bir çarşaf gibi dümdüzdü. Hayatta her şeye doyar denize doymazdı. Her sabah uyandığında o uçsuz bucaksız maviliği ilk defa görüyormuşcasına hayranlıkla bakardı. Dayanamadı, gün ağarırken attığı sekiz yüz kulaca bi sekiz yüz daha ekleyecek enerjisi vardı. Şortunu sıyırdı, tişörtünü çıkartıp terliklerinin üzerine ters yüz bıraktı. Gülmek geldi içinden, üzerinden çıkanları asla ve asla ters bırakmadığı zamanlar geldi aklına. Üçgen şeklindeki kayasının üzerinden ortalama bir balıklama ile suya bıraktı kendini. Dibe inmeden adeta yüzeyin iki karış altını teğetleyip çıkmayı severdi. Öyle yaptı. Yaz başında yakın arkadaşının yardımıyla otuz metreye yerleştirdikleri dubaya kadar aralıksız yüzdü. Turuncu plastik kulba tutunduğunda nefes nefeseydi. Açıklara baktı. Deniz patlamazsa kahvaltıdan sonra yine aşağıları seyre inecekti.  

Çocuklar yaz tatili için gelmişler ve hala uyuyorlardı. Uyusunlardı zaten. Saat daha anca yedi buçuk olmuştu. Çayı koymak ve asmanın altına kahvaltıyı hazırlamak için kıyıya doğru kulaç atmaya başladı. 

Dededen kalma bu eski evde yaşamaya karar verdiğinde ilk iş olarak etrafına en sevdiği meyve ağaçlarından birer tane dikmişti. Bu senenin vişneleri henüz olmasa da geçen seneden kalan son kavanoz reçeli kilerden çıkarttı. Kapağını açtı. Vişnelerin üzerinde oluşan ince beyaz tabakayı dikkatlice sıyırdı. Annesinin Kıbrıs'tan aldığı deniz kabuğu şeklindeki tabağa biraz reçel koydu. Sinek tülünü tabağın üzerine kapatıp evin arkasına dolaştı. Folluklar boştu. Gülerek mırıldandı. 

"Sizi gidi özgür ruhlu kadınlar, istediğimiz yere yumurtlarız dediniz di mi?"

Sebzelerin arasında dikatli dikkatli dolaştı. Yaprakların altında yumurta olabilirdi. Salatalıkların arasında bulduğu sekiz yumurtanın hepsini haşlayacaktı. Çocuklar ikişer ikişer yesinlerdi. 

Fidanla Çapkın kümesin yanında çitle çevrili minik ağılda durmuş ona bakıyorlardı. "Arkadaşlar bana süt var mı?" diye seslendi. Sonra onların ağzından cevap verdi kendisine "Olmaz mı hiç?" Beyaz çinko kovayı Fidan'ın memelerinin altına yerleştirdi. Tabureye oturdu. Her bir memeyi mümkün olduğu kadar üstten tutup kuvvetli ama itinayla aşağı doğru sağmaya başladı. Süt cızırtılı bir ses çıkartarak ince ince fışkırdıkça kovadaki miktar göze iyice görünmeye başladı. Mutfağa döndü. Sağdığı sütü kaynattı. Geçen hafta yayıkta çırptığı tere yağını dolaptan çıkartıp tel dolaba koydu. Çocuklar uyanana kadar yumuşasındı. Her salı bir haftalık ekmeğini yapardı. Beyaz ekmek çuvalından bir somun çıkarttı. Çayı demledi. Tabakları bahçedeki yemek masasına taşıdı. Asmanın koyu gölgesinde sabahın mis kokulu serinliği şımarık şımarık salınıyordu. Yanından geçerken fesleğeni sevgiyle okşadı, elini burnuna götürdü. Gözleri kapalı bütün kokuyu çekti içine. 

Tabaklar çatallar masaya yerleşirken mutluluk şıkırtıları çıkartıyorlardı. Sofra tamamen hazır olunca, masanın öbür ucunda bilgisayarını açtı. Ev halkı uyanana kadar romanına bir kaç satır ilave etmek iyi olurdu.

Sarı tişörtündeki vişne reçeli damlasını fark edince üzerini değiştirmek için kalktı. Elbise dolabını açtı. On tane kadar tişörtü kalmıştı. Neredeyse yirmi senedir yenisini almasa da mevcutlar bir türlü bitmiyorlardı. Vakti zamanında isteklerini ihtiyaç zanneder aldıkça alırdı. Hala yetiyor ve artıyordu giysileri. Ne çok tüketmişti. Üstelik hiç üretmeden! Fakat bunun sancısını hep hissetmişti içinde. Yeni yaşamını şekillendirmesinde en büyük etken de üretme ve doğayla birlikte olma isteğiydi. Üzerinde Galata Kulesi resmi olan beyaz tişörtü başından geçirdi. İstanbul kutsal şehirdi onun için. Özlediğini fark etti. Bir kaçamak yapardı yakında. 

Yazısının başına oturacağı sırada bir araba sesi duydu. Şaşırdı. En son geçen hafta çocukları getiren kiralık jip yanaşmıştı evin önünde son bulan toprak yola. Modern yaşamla aralarında bir saatlik mesafe vardı. Kara yolu on dakika uzaktaydı. En yakın komşuya gitmek içinse on beş dakika yürümek gerekiyordu. Miyop gözlerini kısarak arabadan inen adama baktı. Bir anda yüzünde güller açtı. Koştu ve can arkadaşına sarıldı. Eğilip arabanın içini boş görünce hemen Sema'yı sordu. Toplantıları varmış. Ahmet de bir sondaj için bu taraflara gelmiş miş miş miş... Hasret dolu hoş beş, tahta sedirde birer sabah kahvesi eşliğinde devam etti. Arkadaşının mutsuz halini fark edince neler olduğunu sordu. 

"Türk lirası dibe vurdu. Dolar 7 lira."

Gözleri kocaman açıldı Zeynep'in. 

"Nasıl ya?"

Ruhu duymamıştı. Televizyonsuz bir hayatta, rüzgarın ve dalgaların melodilerini dinleyerek, yazarak, minik bahçesinde ürettiklerini tüketip fazlasından da gelir elde ederek, doğanın gündemine odaklı, sistemin gündeminden uzak mutlu bir dünya kurmuştu kendisine. 

Çocukları uyandırdı. Ahmet abilerinin geldiğini duyunca çabucak kalktılar. Öpüşmeler, sarılmalar... Çaylar kondu. Herkes masanın etrafında toplandığında,

"Yahu resmen organik serpme kahvaltı bu" dedi Ahmet. "Millet ne paralar veriyor böyle bir kahvaltıya"

"Tutan mı var, sen de ver o zaman"

Kahkahaları evin etrafında üç tur dolaştı. Rüzgarın sırtına binip taaaa Aydın'a gitti. Sema okuldan çıkmış yorgun, kanepesinde dinlemeye çalışırken Kiraz'ın mırıltılarıyla zihnini dinlendiriyordu. Pencereden giren rüzgar sıcak tenini serin serin okşayınca bir an şöyle bi durdu, günlerden cumaydı. Aklına gelen fikir pek de yabana atılır cinsten değildi. Üşenmedi. Hemen kalktı, sırt çantasına iki parça bi şey attı. Zamanın durduğu yer derdi Zeynep'in evine... İki saate oradaydı. Dolarsız falan...