29 Mayıs 2019 Çarşamba

Çocuklarınıza El Öptürmeyin






Hani bazen bir salgın hastalık çıkar ya ortaya... Genelde kış aylarında olur. Elbette sokaktaki her insan mikrop taşımıyordur ama önlem almak için tokalaşmaları, öpüşmeleri keseriz bir süreliğine... 

İşte bu da aynen böyle. 

Sevgili öğretmenler, anne babalar, çocuklarınızı huzurevi, bakımevi gibi kurumları ziyarete götüreceğiniz zaman lütfen onların yaşlılarla fiziksel temas kurmalarına; -kadın olsun erkek olsun- kimsenin elini öpmelerine izin vermeyin. Bunu da öyle büyük bir dikkatle yapın ki, bir çocuğun duygu dünyasında çok önemli yeri olan tonton dedeler ve nineler zarar görmesin.

Nedenini anlatayım...

Bir kere huzur evlerinde kalan MUHTEREM yaşlılarımızın sayısı sapıklarla kıyaslanamayacak kadar fazladır. Bu bilgi cepte dursun. Söz gelimi beş yüz yaşlının kaldığı bir kurumda sapık eğilimlilerin ya da sadece ahlak yoksunu vicdansızların sayısı, olsun olsun beş altı kişiyi geçmez. Verdiklerim, çalışma hayatım boyunca yaptığım gözlemlere dayalı tahmini rakamlardır. 

Fakat!

Diyelim ki öğretmensiniz ve sınıfınızı bu tip bir kuruma ziyarete götüreceksiniz. Huzurevi ya da bakımevi her neresiyse gideceğiniz yer, çocuklarla yaşlıların karşılaştıkları o ilk anda pek çok öğretmen gibi siz de "Hadi bakalım öpün dedelerinizin, ninelerinizin elini" diyebilirsiniz. Demeyin! Varsın yok olsun bu adet. Yaşamasın. Tarihe gömülsün. Hiç bir şey kaybetmeyiz. Yeter ki -varlığı muhtemel- üç beş yaşlı sapık, minicik elleri, kirli zihinlerinde dolaşan hastalıklı düşünceler eşiliğinde tutmasınlar. 

Ben yıllarca bu kurumlardan birinde çalıştım. Yüzlerce yaşlı tanıdım. Huylusu, huysuzu, çok konuşanı, çıt çıkartmayanı, neşelisi, gamlısı bir sürü yaşlı... Dört tane de sapık... Bir tanesi, kendi oğluyla birlik olup kızını mahvetmiş bir baba müsveddesiydi. Kuruma geldiğinde durumunu bilmiyorduk tabii. Huylu huyundan vazgeçmiyor ya, o hasta ruhlu varlığın, kısa süre sonra yaşlılarımızın besledikleri tatlı köpeğimize musallat olduğunu fark edince şok olduk. Zaten sonrasında da kendi evladına yaptıklarıyla ilgili gerçekler ortaya çıktı. 

Bir diğeri, eşraftandı. Saygın yani! Toplumun göstermelik saygınlarından. Torunu yaşındaki stajyer hemşireleri tansiyonunu ölçtürmek için odasına çağırıp, okuduğu (resimlerine baktığı) porno dergileri görmelerini sağlamaya çalışınca yakayı ele verdi.  

Diğer ikisinden bahsetmek bile istemiyorum. Bu -hasta ruhlu ya da ahlak yoksunu- kişilerin ortak yanı neydi biliyor musunuz? Hepsi gayet gelenekçi, gayet muhafazakar ortamlarda yetişmişlerdi. En doğal duyguları bastırılarak büyümüş insanlardı. Kızını hava kararmadan eve sokan, flörte onay vermeyen, regl/adet kanaması/aybaşı gibi kelimeleri kullanamayan, komşusunun karısı rahim ameliyatı olsa geçmiş olsun demeyi ayıp sayan, cinselliği dogmaların çizdiği yolda yaşamayı erdem zanneden ve daha bir çok çarpıklık içinde boğulmuş insanlardı... Ayrıca diğer bir ortak özellikleri, her fırsatta yerli yersiz dillerinden dökülen cinsel içerikli sözlerdi... 

"Zeynep Hanım sıcak su akmıyor."
"Arkadaşlar ilgileniyor, birazdan vereceğiz."
"Bak hamamcı olduk. Cenabet gezersek günahı size yazılır."

Hem ahlaksız, hem hadsiz, hem sözde dindar, hem din adına bilir kişi. Öldü gitti ama memleketteki binlerce kurumda bunlardan bir sürü var. 

Keşke ahlaksızlıkları yüzünden çoluğa çocuğa musallat olanlar hak ettikleri cezalara çarptırılsalar. Keşke gerçekten hasta olanlar, örneğin uzak bir adada toplumdan tecrit edilerek ömürlerini sürdürseler. Rahat etse çocuklarımız, kedilerimiz, köpeklerimiz, atlarımız, eşeklerimiz...

Diyeceğim o ki, çoğunluğu eli öpülesi iyi insanlar olsa bile, aralarında bu tip sapıkların bulunma ihtimali yüzünden çocuklarınızı huzurevlerine götürdüğünüzde el öptürmeyin. Tıpkı grip salgınında mikrobun herkesten bulaşabileceği ihtimalini göz ardı etmediğimiz gibi... Çünkü biz farkında olmasak da onların bazılarını her gün görüyoruz. Aynı toplu taşımayı kullanıp, aynı pazarda alışveriş yapıyoruz... Hatta benim tanıdığım o dört taneden biri cuma namazlarını kaçırmazdı mesela... 

Bu konuda çok fazla makale okudum. Kimisi pedofilinin hastalık, kimisi ahlaki çökkünlük olduğunu savunuyordu. Beni en çok etkileyen örnek şu oldu: Amerika'da evli bir erkek geçirdiği trafik kazası sonrasında kendisinde bazı değişiklikler fark ediyor. Çocuklara ilgi duymak gibi... Bir iki çocuk pornosu dergisi edinince kendi gidişatından ürküp ne yapıyor biliyor musunuz? Durumu karısına anlatıyor. Bu öyle kolay bir iş olmasa gerek. Kadının yaşadığı travmayı da tahmin edemiyorum tabii. Doktora gidiyorlar. Testler tetkikler... Kaza sırasında başının aldığı darbe ile gelişmiş bir bozukluk çıkıyor. Uzun süren bir tedaviden sonra adam tekrar eski normal haline dönüyor. Sonra mı? "Ya tekrarlarsa, ya bir çocuğa zarar verirsem" diye kısacık bir mektup bırakıp intihar ediyor. Üstelik tedavi öncesinde dahi tek bir çocuğa bile dokunmamışken. Belki de ahlak böyle bir şeydir bilemiyorum. 

Ahlaksızlıksa aramızda kol geziyor. Kirli düşüncelerine "kirli gerçeklik akımına göre edebi eser ortaya koydum" diye leş gibi bir kılıf bulmaya çalışıyor.  

Sonuç olarak, ben de bu illetle mücadelede en etkili silahın "susmamak" olduğuna inananlardanım. Tacizci bir esnaf mı önce esnaflar ayağa kalkmalı, imam mı gerçek imamlar isyan etmeli, öğretmen mi asıl öğretmenler tepkisini koymalı, bizim mahalleden mi önce bizim mahalle dikilmeli karşısına. Kimse susmamalı, hiç kimse...

Çocuklar susar, biz susmayacağız.














8 Mayıs 2019 Çarşamba

Beni hayır işlerine karıştırmayın :))









Zıpzıp ne alaka :)))


Bugün öğle vakti girdim güveççiye. Göçmen olduğunu tahmin ettiğim usta "Buyur abla" dedi. Sordum, "Yetişkin biri kaç tane yerse doyar" diye. "Üç" dedi. Küçük küçük pideler düşünün. Çeşitleri yok. Sadece kıymalı. Eyüp'de adına 'güveç' diyorlar. "Dört tane, bir de ayran ne kadar?" diye sordum. "On yedi buçuk" dedi. Usta güveçleri hazırlamaya başlamadan hemen çıkartıp parayı verdim. "Doyurursunuz birini, haydi hayırlı işler" dedim, arkamı dönüp kapıya yöneldim. "Hayrınız mı olsun bu?" dedi. "Aman beni karıştırmayın hayır işlerine" dedim. Baktı. Ben de ona baktım. "Her şey çok güzel olacak" dedim. Gülümsedim. Gülümsedi. Çıktım dükkandan. 

Tamam ben çok iyi kalpli, muhteşem biriyim ama bunları yazma sebebim başka... 

Benimle konuşan iki kişinin aklında şu detaylar kalsın istemiştim; bir ısrar yok, iki baskı hiç yok, üç on yedi buçuk lira büyük bir para olmasa da kayıtsız şartsız güvenmek var... Kadının çıkarken attığı slogana da bakılırsa... Hmm... Bunların akıllarında kaldığına eminim. 

Dün Ekrem Başkan şöyle demişti. İnsanlarla temas kurun. Anlatın. Güzel güzel anlatın. Bugün böyle bir anlatım oluverdi. Plansız. Yarın nasıl olur bilemem. Bildiğim tek şey; samimiyim. Kendi çocuklarım için ne istiyorsam bir Ak Partilinin çocuğu için de aynısını istiyorum. Yattığın yerden de olmuyor bazı şeyler... Niyet hayr akıbet hayr. O zaman bir kez daha her şey çok güzel olacak diyelim ve gülümseyelim...

😊   




7 Mayıs 2019 Salı

PAZARCI: "HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK"




konuyla alakasız gibi duran fotoğraf







Bugün pazarda çok güzel domatesler vardı. Şu miniklerden. Salkım domates diyorlar ya onlardan. Balat'ta pazarda mandal kiloyla, yumurta seçmece satılır. Domates haydi haydi... Pazarcı kirli küçük plastik tası bana doğru uzattı.

"Seç abla."

Orta boy ceviz büyüklüğündeki her bir domatesin üzerine minik etiketler yapıştırılmıştı. Üzerlerinde "İnanç Tarım" yazıyordu. Hemen bıraktım domatesi. Hemen dediysem, bıraktım dediysem, çayı karıştırıp kaşığı tabağın kenarına koyar gibi bir bırakmadan bahsetmiyorum. Saçını tarayıp tarağı yerine bırakmaktan, yüzüğünü çıkartıp kutusuna koyma sakinliğinden de değil... Sapının kızdığını fark etmediğin cezveyi lavaboya fırlatır gibi, koklamak için burnuna yaklaştırdığın gül dalından parmağına diken batmış da elini kaçırır gibi bıraktım domatesi. Öyle bıkmışım ki inanç teşhirciliğinden, kutsalın ticaret malı edilmesinden... Pazarcıyla göz göze geldik. Düşürmüş numarası yaptım. Anlamadı adamcağız. Nereden bunlar dedim. Halden dedi. Domates lazım değil deyip yeşilliklerden aldım. Bir maydanoz, bir dereotu, bir nane. Paranın üstünü verirken adam bana "Her şey çok güzel olacak abla" demesin mi? Öyle bir durdum. Ses çıkartmadım. Çıkartamadım. Baktım. Güldüm. O da güldü.

Yağmur başladı. Sabah pazarcıların muhtemelen güneşten korunmak için tezgahlarının üzerine gerdikleri brandalar yağmur sularının ağırlığıyla sarktıkça sarktı. Arada gençten satıcıların sopalarla dürtüp suları boşaltmaları bazı insanların kaçışmalarına sebep oluyordu. Uzaktan seyreden için eğlenceli anlar... Onlara da güldüm. Islanan bir kadın gülmeme kızdı. Sert sert baktı. Tutamadım, gülmeye devam ettim. Aslında kendisini biraz rahat bıraksa o da gülecekti. Dudağının kenarı seğirdi, oradan anladım. O sırada ne olduysa oldu, sanırım arkamdaki baharatçı brandayı sopayla kaldırdı. Başımdan aşağı akan suyla kala kaldım. Karşımdaki kadın siyah çarşafının bir ucuyla yüzünü siliyordu. O da dondu kaldı. Baktı bana. Gülmeye başladı. Ben zaten gülüyordum... Sonunda karşılıklı gülüştük... Bu anlattıklarım toplam otuz saniye falan sürdü ama istesem on sayfa yazarım. Çünkü çok tatlı anlardı. Çok önemli, çok sosyolojik, oldukça psikolojik, çok kıymetli anlardı.

Fazla bir şey almayacaktım. Pazar yağmur sebebiyle tenhaydı. Dolaştım. Kadının biri eriklerin ekşi olup olmadığını sordu pazarcıya. Yanlarında pür dikkat kadının tatmasını bekledim. Ekşi değilse ben de alayım diye. "Tat bak abla" dedi adam. "Ramazan günü ettiğin lafa bak" diye tersledi onu kadın. Pardesüsüne yapışmış sekiz on yaşlarındaki asker tıraşlı oğlan "Oruç tutmuyosun ki sen" dedi. Çocuk saflığı beni tebessüm ettirdi. Pazarcıyı şaşırttı. Kadını kızdırdı. Oğlanın çıplak başına hiç acımadan, aslında neyi neden yaptığını düşünmeden, düşünmek gibi bir yeteneği olduğunu unutmuşlara mahsus bir refleksle şaplağı indirdi. "Ne vuruyosun be" diye bağırdı oğlan. Onların evlerinde bağırarak anlaşmaya çalıştıklarını... Yok yok iletişim şekillerinin bu olduğu anlaşılıyordu. Göz kırptım oğlana. Öyle bir güldüm ki, kendisiyle dalga geçmediğimi, sadece "amaaaan boş ver" dediğimi anladı. Güldüm. O da gülmek istedi ama daha ağlaması yarımdı. Başka bir kadın ittirdiği bebek arabasıyla ayağımı ezene kadar gülmedi. Ben "Ayyyy" deyince, ona komiklik olsun diye abarttığımı anlamadı. Güldü saçsız oğlan. Sonunda onunla da gülüştük. 

Bebek arabalı genç kadın, mırıldanıyormuş numarası yaparken asıl amacı, o mır mır söylediklerini duymamdı sanırım. "Amma da kibarmış" diyordu. Sana gülmeyeceğim dedim içimden. Çünkü onun bakışlarında çarşaflı kadının ve saçsız oğlanın bakışlarında olmayan, küstahlık vardı. Gülmedim ona. Sadece tezgahın ayağına takılan bebek arabasının tekerleğini çıkarttım. Elleri doluydu. Bebek çok tatlıydı. başka sebebe de gerek yoktu. Dönüp bakmadım yüzüne yürüdüm gittim. 

Bir güzel ıslandım. Sokağın sol başı cami, yanı otopark, karşısı kilise, kilisenin karşısı büyücünün evi. Gerçek büyücü. Hocayım diyor o başka. Yoksa çok tatlı bir sokaktır. Görmüş geçirmiş çınarlar var. Hele vakti zamanından kalma yüksek duvarları saran sarmaşıklar... Hepsi yemyeşil şu ara. Yürürken şükrettim bol bol... O yedi hakimden biri olmadığım için bu sokakta elimi kolumu sallaya sallaya yürüyebildiğim için şükrettim. Bazılarının ölene kadar erişemeyecekleri bir lüks. Bunu anlamak da gülümsetti beni. Kötü kalpli miyim ne? 



😊 



















5 Mayıs 2019 Pazar

Saturday night fever. Amin.



Şu ramazan arifesi, sahur vaktinde aklıma geliverdi işte... Az değil dokuz senenin hikayesi... İyi ki bir değil, üç, beş, altı değil dokuz sene... İyi ki on değil, on bir, on iki, on üç değil dokuz sene... Gereği dokuzmuş. İyi ki yaşamışım. İyi ki bitmiş. 

İşte bu dokuz sene boyunca her cumartesi akşamı şarap içmeye gittim. Aşk şarabı. Öyle üzüm şarabı gibi sarhoş etmiyor. Zaten sarhoş da etmiyor. Serhoş ediyor. Ser: baş. Hoş'da bildiğin hoş. Başın bir hoş oluyor. Ya da yaygın kullanımıyla kafan güzel oluyor. Hepten alıyor aklını başından yani. Ama korkulacak bir şey yok haram değil. Saturday night fever yani. Amin.

O kafayla, ananın babanın seni büyütüp yetiştirirken "sakın ha" dediği ne varsa hepsini, hem de ibadet tadı alarak yapıyorsun.

Bir şişe Öküzgözü'nü tek başına lıkır lıkır içsen en fazla kusarsın. En fazla sızarsın. En fazla ertesi gün başın çatlar. En fazla bir kaç randevunu kaçırırsın... Ama eksenin kaymaz. Doğruların yanlış, yanlışların doğru olmaz. Hangi marka şarabı içersen iç, biat marka şarap kadar kötü çarpmaz. İnsanlıktan çıkartmaz. 

O dokuz senenin sonunda, 2012'de, başıma dert olan zombi Zeynep'ten kurtulmaya çalışırken annemle babamın saçlarının tellerine, kesip attıkları tırnaklarına yüzümü süresim vardı... Armut illa dibine düşüyormuş. Bana bir dokuz sene lazımmış... Eşimden dostumdan, çoluğumdan çocuğumdan, Ege'nin serin, mavi, bilgelik dolu koynundan uzak kaldım ama kolay kolay edinilemeyecek muazzam bir tecrübenin sahibi oldum... Her cumartesi akşamı yavaş yavaş öyle bir karardım ki, sonunda ağarmaktan başka çare kalmadı... 

Az evvel pencereden uzun uzun Haliç'i seyrettim. "Hoş geldin ramazan" dedim. "Hoş buldun mu beni?" diye sordum. "Sen bu soruyu on-on iki sene önce de sormamış mıydın?" dedi. "Aman aman sus" dedim. Gülüştük... 

Ben Atatürk'ü artık en çok neden seviyorum biliyor musunuz? "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" dediği için. 

Ailelerimizle, eşimiz dostumuz, aklımız, bilimin ışığı, vicdanımızın terazisi ile mutlu ramazanlarımız olsun. Kırlangıçlar balkonumuza yuva yapsın. 


💗