12 Haziran 2019 Çarşamba

Geçen Gece Aldığım Ödül ve Görkemli Töreni








Bu gece hayatımın en kıymetli ödülünü aldım diyebilirim. Doğrusu beklemiyordum. Şaşkınlık, sevinç ve mutluluk göğsümün tam ortasında birbirine karıştı... 



1982 Kuşadası
Karaova Sahil

Beğendiğim bir çocuk var. Onun da beğendiği başka bir kız... Hepimiz akşam yemeklerimizi yemiş, aceleyle masadan kaptığımız bir kaç tabağı mutfak tezgahına neredeyse fırlattıktan sonra, evdekilere "Sofrayı topladım" diye gururla bağırarak haber verip kumsala koşmuşuz. Babasına kahve yapmadan dışarı çıkamayan Hülya henüz görünürde yok. Halamın yazlığındayız. Ters dönmüş sandal sanki hiç suya inmemiş, sanki yüzsün diye değil de, kıyıda baş aşağı dursun diye yapılmış. Cümbür cemaat tepesine çıkıp oturalım, Selim gitar çalsın, biz ağzımız kulaklarımızda onu dinleyelim diye var olmuş sanki küçük kırmızı sandal. Kenarları asker mavisi. Yağlı boya tahtaları gecenin nemiyle sırılsıklam. Terliklerimizin içi kum ve yosun dolu. Tenimiz tuz ve güneş kokulu. İçimiz pır pır. Selim en sevdiğim şarkıyı tıngırdatıyor. Biz mırıldanıyoruz... 

"Haykıracak nefesim kalmasa bile, ellerim uzanır olduğun yere, gözlerim görmese ben, bulurum yine, kalbim durmuşsa inan çarpar seninle..." 

Selim'den çok hoşlanıyorum. O da Özlem'den çok hoşlanıyor. Neyse ki Özlem'in çıktığı çocuk var. Murat. Daha liseli yaşımızda zincirleme bir kederin halkalarıyız ama yine de mutluyuz. Yani cuk oturmayan aşklarımız canımızı yaksa da kahretmiyoruz... Meltem tatlı tatlı esiyor. Islak saçlarım blendax kokuyor. Koyu mavi enine akordeon kutulu olandan. Gazinodan tavla oynayan büyüklerin birbirlerine sataşma sesleri geliyor. Sahil yosun kokuyor, tuz ve iyot. Uzaktan mutlu çatal bıçak sesleri, rakı balık kokuları yayılıyor bütün kıyıya, bütün yaza ve ilk gençliğime...


2019 Kuşadası 
Gurup Sitesi Sahil

Yine ben. 
Hakan, seneler evvel ters dönmüş kırmızı kayığın tepesinde oturan annesinden altı yaş büyük. Bardak almak için uğramışlardı eve. "Hadi sen de gelsene" dediler. Bilgisayarın ekranında açık duran yarıladığım yazıya baktım. Sonra saate; 01:10. Düşündüm. Çocuklar "Hadi yaa ne düşünüyorsun gel işte muhabbet, gitar falan" dediler. Kırmızı kayık geldi aklıma... Heyecanlandım. Sahile gitmek için sofradan mutfağa telaşla tabak taşımalarımı hatırladım... Ne lambayı, ne balkon kapısını, ne yazıyı kapattım. Terliklerimi ayağıma geçirdim. Askıdan anahtarı aldım, ters dönmüş kırmızı kayığa kavuşacakmışım gibi bir sevinçle evden çıktım... 01:13. Sahile geldik. Ay, ışığını denizin üzerine sermişti. Şıkır şıkır. Dalgalar bilmem kaçıncı şarkıyı icra ediyorlardı. Çocuklar sandviçlerini ve şaraplarını benimle paylaştılar. Gitarları, muhabbetleri, söyleyecekleri, dinleyecekleri vardı... Yaydıkları matın ucuna oturdum. Neler neler konuştuk... Sarılmalı, gülüşmeli, dertleşmeli... Hakan gitarını aldı eline. Bana döndü.

"Hadi ne istiyorsun söyle." 
"Ah bu ben."

Üçümüz birlikte söylemeye başladık. Dalgalar vokal yaptı. Şarkı bitti.

"Şimdi?"
"Sözlerimi geri alalamam."

Onu da söyledik... Sahil yosun kokuyordu, tuz ve iyot. Uzaktan mutlu çatal bıçak sesleri, rakı balık kokuları yayılıyordu bütün kıyıya, bütün yaza ve ikinci gençliğime... Ters dönmüş kırmızı bir sandalın üzerinde oturan gençler geçti gözümün önünden. Aralarında ben de vardım. Selim, Özlem, Murat... Hülya'nın abisi 80'de girdiği ceza evinden bir daha çıkamamış, işkencede ölmüştü. Birden o geldi aklıma. Biz sonradan duymuştuk. Selim maden mühendisi olmuş. Üç kere evlenmiş. Özlem doktor. Arada görüyorum hala... 

Bir sandal bulmam lazım. Hasarlı bile olsa olur. Ters çevirip yerleştiresim var kıyıya. Sonra bütün sevdiklerimi tepesine çıkartıp hep beraber Ajda'nın şarkısını söyleyelim istiyorum. Oğlum gitar çalsın. İçimiz pır pır etsin. Hep tuz, hep yosun, hep güneş kokulu yazlarımız olsun. Mavi kutulu blendax koksun saçlarım. 


Evet şaşkınlık, sevinç ve mutluluk göğsümün tam ortasında birbirine karıştı. Yirmili yaşlarındaki iki gencin gecenin bir yarısı bana yaptıkları bu davet hayatım boyunca aldığım en kıymetli ödüldü diyebilirim. Dalgaların geri çekilirken çakıl taşlarını yuvarlama sesi, ödül törenini izleyen davetlilerin alkışlarıydı. Bu muhteşem ortamda ay ışığının altında Gurur ve Hakan'ın yüreğinden aldım ödülümü. Yüreğimin baş köşesine yerleştirdim... Bir saat kadar oturdum onlarla... Havadan sudan, anadan babadan, sanattan felsefeden, hatta uzaydan konuştuk... Şarkılar şarkılar söyledik... Sonra anne Zeynep, kırmızı kayığın tepesinde oturan liseli Zeynep'e dedi ki, hadi biz dönelim. Tadında bırakmak diye bir şey var ya... Pişman etmemek lazım. :)) İki Zeynep eve geldik. Çocuklar sahilde, bir gün kendi çocuklarına anlatacakları anılarını yaşamaya devam ettiler. Şarkılar başka olsa da heyecanlar, yosun ve deniz kokusu aynıydı.

Mutluyum.  








3 Haziran 2019 Pazartesi

Parmak Çocuk Parmak Bisküvi





Küçük Ada 1972 - Biz 😊



Diyarbakır'ın en küçük köyü Söğütlüpınar'da doğmadım. Bilmiyorum belki öyle bir köy olsaydı doğardım. Dokuz çocuklu bir ailenin ortanca kızı da değilim. Dört benden önce, dört benden sonra toplam sekiz kardeşim yok. Bu yüzden çocukluğum çocuk bakmakla geçmedi. 

Annem terzi değildi. Haliyle Kaymakam Beyin karısı Leman Hanım, döpiyes provası için hiç gelmedi evimize. Patron kağıtları, Burda mecmuaları birikmedi büfenin alt dolabında... 

Annem, yirmi altı basamaklı merdivenle yerin bir kat altına inilerek girilen pavyonda şarkıcı da değildi. Bu yüzden hiç bir gece tek başıma korkudan tir tir titreyerek pencere önünde beklemedim onu. Kapımızı korkunç kılıklı, pala bıyıklı, göğüs kılları gömleğinden fışkıran adamlar çalmadı hiç... 

Dişçi Refik Beyin muayenehanesinde telefonlara da bakmıyordu annem. Belki Refik Bey diye bir doktor olsa gider durumunu ona anlatır, kocam ayyaşın teki eve ekmek getirmiyor, çocuklar okuyor diye dert yanar, o babacan adamcağız da annemi işe alırdı. Hem belki sonra Doktor Bey Robert Kolejde okuyan kızı Lale'nin giymediği kıyafetlerini, kullanmadığı o kırmızı askılı okul çantasını getirir anneme verirdi. Benim için. Annem gurur yapmadan alırdı. İhtiyacımız olduğu için. 

Titiz kadındı benim annem. Her gece kapının eşiğini çamaşır suyuyla silerken "Fakirlik temizliğe mani değil" diye söylenirdi. Aslında köşedeki evde oturan topukları çatlak Pakize ablaya laf çarpmak olurdu niyeti ama köşede ev yoktu. Pakize abla da... 

Annem banka müdürü de değildi. Aslında liseyi bitirir bitirmez açılan imtihanı birincilikle geçip memuriyete başlamış olsa şimdi çoktan en üst dereceden emekli olurdu. Ama liseye de gitmemişti... 

Annem ortaokul son sınıftayken bir gün Nesibe yengelerin çat kapı gelişi anneannemi telaşlandırınca çayın yanına iki yüz elli gram tuzlu, iki yüz elli gram parmak bisküvi almak için koşa koşa bakkal Şevki'ye yollamamıştı onu. Gitseydi yaşlı Şevki'nin arkada pirinç çuvallarının orada en sevdiği arkadaşı Yeşim'in küçük kardeşine neler yapmaya çalıştığını görürdü. Görse bağıra bağıra çıkar, koşa koşa yan sokaktaki kahveye gider dedesine, dayısına, komşulara "Koşun yardım edin" derdi. Onlar koşar küçük çocuğu kılına zarar gelmeden yaşlı Şevki'nin elinden alırlardı. Sonra yer misin yemez misin sormadan yedirirlerdi sopayı Şevki'ye. Ensesinden tutup koyarlardı karakolda Komiser Hulusi'nin önüne. O icabına bakardı şerefsizin... Mahalleli yazlık sinemanın afişlerinin asıldığı direğe Şevki'nin resmini takardı. Altına da bu adamdan çocuklarınızı uzak tutun yazarlardı. Şevki'nin çilekeş karısıyla kızı bir gece kimselere görünmeden sırra kadem basacak olurlardı da, konu komşu keserdi yollarını. Terzi Nimet ablanın avukat kızı akıl verirdi. "Sen neden utanacaksın, kaldır başını yerden sahip ol kızına." Zor da olsa boşardı onu Şevki'den.. Ana kız mahallede yaşamaya devam ederlerdi. Kızı Nermin tuhafiyeci Sevim'in yanında çalışır; kendi evde tarhana, salça yapıp çoğunlukla nüfus müdürlüğündeki memurlara satardı. Şevki hapisten çıkınca bir daha adım atamazdı bizim oralara. Biz, "bizim oralar olmayan" yerlerdeki çocuklar için dua edebilirdik sadece. Dedim ya neyse ki annem ortaokul son sınıftayken bir gün Nesibe yengelerin çat kapı gelişi anneannemi telaşlandırmamıştı. Nesibe yengemiz yoktu bizim. Haliyle annemin çayın yanına iki yüz elli gram tuzlu, iki yüz elli gram parmak bisküvi alması gerekmemişti. İyi ki de öyle olmuştu. Parmak bisküvi hemencecik kopup çayın içine düşüyordu. Olsun tek bisküviler kopsun çaya düşsün çocukların en büyük derdi bu olsundu. Bayram yeri gibi dünya...

Canı yanmış, canı alınmış bütün çocuklarımızın anısına...