27 Şubat 2016 Cumartesi

Muhteşem Terzi'den muhteşem ders!



Kabanımın bozulan fermuarı için terzi bulmam lazımdı. Yengeme ve Nagiş'e duyurmadan yaptırmak niyetindeydim. Onların işleri başlarından aşkın; ben deseniz ayıptır söylemesi çok ince düşünceli biriyim :)))) O yüzden yani... Yoksa terzi parası vermeye bayıldığım falan yok.

İstanbul'a geldikçe, Edirnekapı tarafına her gittiğimde gördüğüm bir terzi vardı. "Muhteşem Terzi" Önünden ne zaman geçsem muhafazakar(+) hanımları girip çıkarken görürdüm. Normal derdim. Semt Fatih. Mahalle Derviş Ali.

'Amaaaaan neyse ne' dedim ve Deniz'le birlikte girdik içeri...

"Hayırlı işler"

"Sağ ol. Hoş geldiniz."

Ben siz'li konuşurken sen'li cevap verenlere ayrı bir sempatim vardır. Bu sebeple muhteşem terzimden ilk puanı kırdım.

"Ne vardı?"

"Şu... şu... şu..."

"Tamam yarım saate olur. Oturun oturun ayakta kalmayın. Çay söyleyeyim hemen?"

'Aslında kibar adammış galiba' diye geçirdim içimden. Sonra Deniz'le kendi aramızda konuşmaya başladık. Muhteşem terzimiz, konuşurken "Deniz" demiş olmalıyım ki lafa girdi;

"Kızın mı?"

"Evet kızım"

"Adı neden Deniz?"

Hoppalaaaaaa... Önce duymamazlıktan geldim. Muhteşem, ısrarlı... Tekrar sordu. Yine duymamış gibi yaptım. Tekrar sordu. O zaman aklıma şu geldi; adam Fatih'te bu soruyu bu kadar ısrarla soruyorsa, 'Sen bu kıza Sümeyye, Hayrunnisa, Sevde ya da benzeri imanlı isimler varken neden tuzlu su ismini reva gördün demek için soruyordur.'

Oooof of... Güya ön yargıyı eleştiririm, güya ön yargıya karşıyım, güya ön yargısızım!!!
Yuh olsun bana.

Tam okkalı bir cevap vermeye niyet etmişken terzinin duvarında asılı resim çarptı gözüme

 
Öylece kaldım. Muhteşem her şeyi anlamış, kıs kıs gülüyordu. Utandım. Çok utandım.
 
Tabii sohbet koyuldu. Muhteşemin gençlik yıllarına gittik. Sonra İstanbul'a geldi. Terzi dükkanını açtı falan...
 
Çıkarken dedi ki; "Bunlar benim düşüncelerim. Bana doğru. Benim gibi düşünmeyenlerin dikişini daha itinalı dikiyorum. Onlara daha fazla indirim yapıyorum. Belki kaynaşırız."
 
Muhteşemmiş cidden. 
 
 
 
 
İstanbul Fatih dendiğinde kafanızda canlanan bir şablon varsa öldürün onu. Ben o günden sonra (bir kere daha) hiç bir şeyi zan'netmeden evvel, iç yüzünü anlamaya niyet ettim. Ben gibiler varsa tavsiyemdir. 
 
Face'de gördüm doğum günüymüş rahmetlinin. Okuyunca Muhteşem Terzinin bana verdiği ders geldi aklıma da ondan yazdım.
 
Sevgiyle...
 
 
 




19 Şubat 2016 Cuma

Bombalardan sonra ilk tebessüm "Hobbit House"

Pek çoğumuz gibi ben de sık sık kendimi ümitsizliğin kenarında buluyorum. Her bomba patladığında, şehit haberleri bültenlere her düştüğünde, ağaçlar her kesildiğinde, dereler doğadan terbiyesiz ve arsızca her çalındığında, birileri birilerini her aşağıladığında hissettiğim bu...
Yine de prensipte ümitsizliğe karşıyım. Tavsiye ederim.
 
&
 
Ne mi oldu?
 

Gür, Levent, Aykan ve ben dört arkadaş, güzel bir gün geçirdik.
Sonra?
Sonra evlerimize döndük. Haberleri merak ettik. Açtık cihazlarımızı.
Ankara. Bomba. 28 can.
Ertesi gün?
Diyarbakır. Lice. Şırnak. 8 can
Bir kez daha ümitsizlik çukurunun kıyısında buldum kendimi.

AMA...

Her seferinde olan şey yine oldu.
Güzel bir şey.
"Ümit var" diyen,
"basit"
"saf"
"temiz"
"iyi"
"güzel"
sıfatlarına sahip birileri çıkıverdi karşıma.
 
Biliyor musunuz, böyle büyük acıların ardından, yüzümdeki varlığını hayretle fark ettiğim bir ilk tebessümüm oluyor. Acım devam etmekteyken aniden beliren, gayri ihtiyarı bir tebessüm. Hayatın devam ediyor olması da bu sanırım.
 
&
 
Çok kısa anlatayım...
 
Bu akşam üzeri Ülkü'yle Hobbit House'un önünden geçerken biraz yavaşlayıp incelemeye karar vermiştik.




Ne olduysa o andan sonra oldu. Haydi dükkanı biraz kurcalayalım, ne var ne yok bakalım dedik.

Ben "doksandan gol" nedir duymuş, bir kaç kere de görmüştüm. Balıklama atlayışı da iyi bilirim. Bu iki bilgi birikimi sayesinde Ülkü'cüğümün Hobbit House'a girişini kısaca tarif edeyim; "doksandan balıklama" :)))



Sevgili arkadaşımı anlayamadığım bir sebeple yukarıdaki fotoğrafta sağdaki kırmızı sandalyenin altında yüzü koyun yatar görünce ne yapacağımı bilemedim. Titizdir ama yerlerin temiz olup olmadığını da bu şekilde kontrol etmezdi... Düşmenin tesiri ile kopan şangırtı, şungurtu, tangırtı, tungurtu, patırtı, kütürtü ve de gümbürtü eşliğinde mekanın üst katından iki, dışarıdan da biri yoldan geçmekte olan vatandaş, diğeri mekanın işletmecilerinden iki kişi yanımıza canhıraş koştular. 

Nasılsınız?

Bir şeyiniz yok ya?

Yardım edeyim.

Doktor çağıralım mı?

Durun kolunuza gireyim.


Hobbit House'un üç güzel insanı. Arkadaşımla öyle candan ilgilendiler ki anlatamam. 'Yaw ben de mi düşseydim ne' diye geçirdim içimden. İnanmazsanız gidin siz de doksandan balıklamayla kırmızı sandalyenin altına dalın. :)) Vallahi moralimiz düzelsin diye bizi üst kata çıkartıp ev yapımı organik ayva reçeli bile ikram ettiler. Var mı böyle bir şey? 



Etrafımıza bakınca anneannemizin, babaannemizin eski evlerinden birinde bulduk kendimizi. Düştüğümüzde öpen, öpünce acılarımızı dindiren insanları hatırlamak bile Ülkü'nün acıyan eline ayağına öpücük oldu.

Kahvelerimizi içtik. Üç güzel insan tanıdık. Hoş sohbet ettik. Organik mutfak olduklarını öğrendik. Kahvaltının istisnasız organik, çayın sınırsız olduğunu, mekanın ufak olması sebebiyle kahvaltı için rezervasyon yaptırmamız gerektiğini öğrendik.













Ve kendilerine dedik ki, "Mekanınız cidden çok güzel ama siz daha güzelsiniz" Bunu neden söylediğimi anlamak isterseniz yolunuzu Balat'a düşürün. Kitabı ve giysiyi satmayan, ikram eden bu insanları tanımanızı canı gönülden isterim. Hele ümitsizlik çukurunun kıyısındaysanız size ilaç gibi gelecekler, emin olun. Bana geldi. 


İhtiyacı olan ya da sadece beğenen, kapıdaki giysilerden alabiliyor.






Pisiler mutlu




Mahallenin çocukları mutlu


Sanırım artık bireysel çabalarımızla mutlu olmaya çalışmaktan başka çaremiz yok gibi. Ve bu yüzden bence mutlu olmanın en garanti yollu, mutlu etmek! Bu üç güzel insan bizi mutlu ettiler. Bakışları, sözleri ve tebessümleriyle... Mekanın fiziki yapısı ise onların bize sunduğu dostluğa çok hoş, çok güzel bir arka fondu...

































Ülkü'nün ayağı mı? 
Gece artan ağrıları sebebiyle Eyüp Devlet Hastanesi acil servis.
Röntgen.
"İncinme"
Eve dönüş.




Diyeceğim o ki, yarına dair üzerimize düşenleri yaparken, bugünün mutlu olma fırsatlarına karşı antenlerimizi her zamankinden daha fazla açık tutmalıyız. Çünkü olana bitene dayanabilmek ve ümidimizi kaybetmemek için güzel insanların var olduğunu görmeye ihtiyacımız var.





Sevgi ile :)











14 Şubat 2016 Pazar

Pazar Ayini

Pazar Ayini
Maaşlı insanlardan oluşan Dini Bilgi Üretme İşleri Başkanlığımızın bu hafta hazırladığı cuma hutbesi olay olmuş. Hoş, bu kurumun benim inancımla alakası yoktur ve Allah ile olan ilişkimde kendilerine hiç ihtiyaç duymadım. Fakat olana bitene ister istemez  sosyal medyadan şahit oldum.

Oh oh oh... Evlere şenlik...
İlahiyat profesörlerimizden biri "Ben, inancıma aykırı şeyler dinleyeceğime, cumaya gitmem daha iyi" mealinde bir açıklamayı sosyal medya hesabında paylaşınca kıyamet kopmuş. Biz de Vicdan'la beraber hocamızın yaptığı açıklamanın aynısını yapalı neredeyse iki sene olacak ama kimse bizi ciddiye alıp kıyamet koparmamıştı. :)))

Söz ettiğim kıyametin Dünya'nın kaçta kaçı tarafından hissedildiğine bakıp "Yahu biz bu işleri bırakıp MUTLAK olana yönelelim" diyenlere selam olsun. 


&

Hal böyle olunca, durumdan ilham alarak güzel bir pazar programı yaptım. Şöyle ki, madem Cuma Hutbesi sebebiyle bizim tarafta (söz gelimi) kıyamet koptu, bakalım Pazar Ayinlerinde durum nasıl dedim. 


Pazar turumuzu anlatmaya dip komşumuzdan başlıyorum... Yalnız önce bu linki tıklar ve yazıyı video eşliğinde okursanız bence daha etkileyici olur. :) https://www.youtube.com/watch?v=hp1gOhr4_Tg

Evet Meryem Ana Ayazması dip komşumuz. Komşuluk hatırına süzülüverdik kapıdan içeri. Pazar ayini bitmişti ama üç rahip kendi aralarında Latince özel bir dua gerçekleştiriyorlardı. Deniz'le oturduk. Biraz izledik ama rahip şıngır şıngır şıngırdayan buhurdanlıkla aramızda dolaşmaya başlayınca hafif bir nefes tıkanması yaşadık. Tütsü severim de... Miktar yani... Rahip, Ayazmanın tek kutsanmadık köşesi kalmayana kadar dolaştı. Şıngır şıngır... İlginçti. Bittikten sonra kendisiyle biraz sohbet ettik. Ayin Türkçe olmadığı için bir şey anlamadık. Olsun. Nasıl olsa biz Kuran'ı da Arapça okuyup bir şey anlamamaya alışkınız ya işte o yüzden hiç tuhaf gelmiyor insana. :)) 


Ayvansaray İskelesinin hemen karşısındaki sokağa girince tam karşıda.





Sağda görülen kapıdan girip oturduk. Ayin olduğu için fotoğraf çekemedim.
Orada kutsal olduğuna inanılan su var. Pıt pıt damlıyor. Çeşmeler var.
Minik pet şişeler koymuşlar doldurup götürebiliyorsunuz.



Girişte sağdaki resmin kenarlarına sıkıştırılmış paralar ve paraları ibadethanelere sokan o mantık camilerden tanıdık.




Su hayattır.




Dip komşu dediysek dip komşudur. Zira sağ üstte iki katı görülen binadayız. :)

&


Deniz, Nergis ve Ben on dakika yürüdükten sonra,
birer kahve içip aklımızı başımıza toplayalım dedik.







Kahveler bitince, aklını başına alan insan ne yapar diye düşündük.
Tabii ki, Patrikhane'ye gider dedik.
Zaten Vanilla Kafeyle arası bir dakika var ya da yok. O da komşu aslında.


Veee
Geldik Patrikhane'ye


Kilise sadece ayin saatleri dışında ziyarete açık.




Bu da demek oluyor ki Patrikhanede ayin izlemek biraz zor.




Sanki müezzin mahfili 




Ve sanki vaiz kürsüsü




Patrikhanenin bahçesinde bizi "sevgi dolu" bakışlarıyla bekleyen pisicik vardı.
Aklıma Lucifer gelmedi, içim de hiiiiç ürpermedi dersem yalan olur. :))))) İnanmayan fotoğrafı büyüterek baksın. (anneeeeeee!!!!)


Bizim yakın komşular hep Ortodoks.
Bu civarda benim bildiğim Katolik kilisesi yok.

&



Sonra motorla Karaköy yaptık.
Galata, İstiklal derken, merhaba St. Antuan


İlgili linke geçmeniz daha uygun olacak;







Burada da tam Pazar 18:00 ayini başlamıyor muymuş? Haydi oturduk.
İlahiler, dualar, vaaz derken bir saatten fazla kaldık. Deniz'cim çok tatlı. Benim vaaz dinlerken aklıma ve inancıma uyan sözlerin ardından "amin" dememe şaştı. Korkma dedim. İzah ettim.

Ritüeller farklı farklı ve ilginç... Bu da bence şu demek oluyor; hiç biri mutlak doğru olamaz. Hiç biri de mutlak yanlış olamaz.

Vaazda öğrendik ki, Paskalya hazırlık dönemi başlamış. Katolikler kırk gün boyunca ama sadece cumaları zorunlu olacak şekilde oruç tutacaklar. Allah oruçlarını kolaylaştırsın.

&


Daha sırada Protestan Kilisesi var, Neva Şalom var ama akşam oldu.
Gerçi Sinagoga girmek kiliseye girmek kadar kolay değil. Ziyaret formu gibi prosedürler gerekiyor. Nasip bakalım.

Unutmadan yazayım; St. Antuan Katolik Kilisesinde dinlediğim vaazda bana ters gelen şeylerin sayısı, diyanetin hazırladığı hutbelerde ters gelenlerden daha fazla değildi. Aklıma gönlüme yatanların sayısı da, diyanetin hutbelerindekilerden az değildi.



Amaaaan neyse... Bu tip tartışmalar hep oldu ve olacak. İnsanlar bir şeylere inandı, inanacak. İnanç sömürülmesi çok kolay bir kavram. Fakat biz aklı devre dışı bırakmazsak o bizi sömürülere karşı seve seve korur. Çok şükür.


Sonuç olarak, isteyen istediğine inanır, kimse kimseye kendi inancını dayatamaz. dayatıyorsa mutlaka işin içine ya siyaset, ya para karışmıştır. Oysa inanç kurumsal olamaz. Mesela benim inancımda, İslam'da yani "Allah kuluna şah damarından yakındır" Şimdi ben bana bu kadar yakın olan Yaratıcımı bırakıp aracı kişi, kurum ve kuruluşların evlere şenlik "bizce" lerini din kabul edersem çok ayıp olur. Bence yani... Yoksa dediğim gibi, isteyenin aracı ya da takipçi kullanma özgürlüğü bile var.





 Neyse ki;



Sevgiyle...











9 Şubat 2016 Salı

Evlilik programları sözünüzü dinlemiyor mu?






O zaman zor. Rahatsız eder insanı.

Gerçi bizi rahatsız etmiyorlar. Acaba evde televizyon yok diye mi ki?

Radyo dinlemek benim için daha güzel. 


Aykan sen de dinle bak bayılacaksın. :))


Her gün bir tane radyo tiyatrosu dinliyorum mesela.

En son dün Agatha Christie'nin Üçüncü Kattaki Daire'sini dinledim.

İsterseniz siz de bu linkten dinleyebilirsiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=sDZ6Zx8JOWE 

Kahvaltı ederken güzel oluyor.

Zaten yemek yerken ya da kahvaltı ederken haber dinlenmiyor. Maazallah bir anda lokmalar boğazında kalabilir insanın. Haberler, sadece haber dinlemek için dinlenmeli Her türlü şeye hazırım modunda oturup dinleyeceksin. Yediğin iki lokmadan suçluluk duymamak için yani... Halimiz malum.
Bir de pazartesi sabahları 10:30'da Açık Radyo'da "Zaman İçinde Aşk" var. Hem de kimin programı? Yücel ablanın Ayşe'sinin  http://acikradyo.com.tr/

Radyo dinlemek beni dinlendiriyor. Dinlemek... Dinlenmek
Hepimiz kendimizce yorgun değil miyiz? Her neyle meşgulsek, her neyi dert olarak sahiplenmişsek onun yorgunuyuz. Yorgunluğa ara vermenin kişiye özel çarelerini bulmak bize düşüyor. Azıcık zincir kırmak, duvar yıkmak, bırak dağınık kalsın demek lazım.
Bence yani.

Az evvel de biri veryansın etmiş. Şeyden... Evlilik programlarından.
Haksız demiyorum. Hoş programlar olmadığını, bizi derinden tahrip edebileceğini düşünüyorum ama veryansınlık bir durum da yok yani. Şikayet eden çözüm bulur.
Biz bulduk. Televizyonumuzu verdik gitti. Deniz'e "bu televizyonu verelim" demiştim. Gülmüştü. Akşam geldiğinde "televizyon nerede?" dedi. "Verdim" dedim. "Anneeeee" diye çığlık attı. "Ciddi miydin?" Ciddiydim. Alıştı. Artık memnun. Güzel programların haberi gelirse lap top sağ olsun. Bu durumda evlilik programlarının bize hiç bir zararı yok.
Sevgili veryansıncı arkadaş, siz istemezseniz televizyonunuzu vermeyin ama şikayetçi olduğunuz programı neden izlediğinizi sorgulayın. Yani izlemeseniz şikayet etmezsiniz de... Yalnızken bayıla bayıla seyredip sonra da... Yani sırf sosyal duyarlılığım var demek için face'de ona buna çemkirmeye gerek var mı? Gerçi bilemem, belki vardır. Neyse...
Yoksa zaten hepimiz kendimizi biliyoruz, biz kitap okuyan, klasik müzik dinleyen, tv'de sadece belgesel ve haber programlarını takip eden insanlarız. En kötü yanımız "herkesi kendimiz gibi" bilmemiz :)) Ha bir de dedikodu ve yalandan hoşlanmayız.
Ne güzeliz yaaa... Canım biz (kalp şekli)
Hem yazıp hem elma yerken kaptırdım, koçanı da yiyordum az kalsın. Sarı elma... Çok güzelmiş.


Sevgiyle...






















6 Şubat 2016 Cumartesi

Üçüncü defa Mr. Nobody :)))

İlk izlediğimde sanki tekrar izleme şansım yokmuş gibi hiç bir kareyi, hiç bir sözü kaçırmama gayretindeydim. Haliyle çoğunu kaçırdım. Bunu ikinci izleyişimde anladım. İkisinin arasında bir hafta falan vardı sanırım. İki sene sonra bugün bir şekilde karşıma tekrar çıktı Mr. Nobody. Teşekkürler :))
 
Bakış açımız ne kadar genişse sanırım yaşantımız da o kadar genişliyor.
 
"Bu ihtimal de mümkün olabilir mi acaba?" 
 
diyebilmek hem önemli, hem kıymetli, hem heyecan verici, hem de zor sanırım.
 
Bahsettiğim; olayları yorumlarken "acaba benden başkaları da haklı olabilir mi?" deme meselesi değil.
 
Bahsettiğim; seçim yaparken bir an durup, almak üzere elimizi uzattığımız bilet yerine bir sonrakini alırsak yine aynı şeyleri yaşayıp yaşamayacağımızı düşünmek.
 
Bu insana ne kazandırır? Bence (varsa) suçlayıcı bir tarafımız; kendimizi yada etrafımızdakileri... Biraz törpüler ve muazzam bir düşünce dünyasına kapı aralar.
 
Bu anlamda Mr. Nobody bence çok önemli bir film. Katmer katmer düşünmeyi, katmer katmer sorgulamayı seyrediyor insan.
 
Dokuz yaşında bir çocuğun anne ve babası ayrılırken, kimi seçeceğine karar vermek zorunda bırakılması... Ve aslında olası hayatlardan birinin ilk adımını atması mesela...
 
 
 
Babasıyla kalırsa neler bekliyor onu? Annesiyle giderse? Bir an tereddüt ettiği için annesinin treni hareket ederse, hızlı koşup yetişebilir mi? Tam annesinin elini tutacakken ayakkabısı ayağından fırlayıp tökezler ve babasıyla mı kalır? Hangi seçim doğrudur?
 
 
 
 
 
Üç komşu kızından hangisiyle evlenirse neler yaşar? Bir insan sadece onu seçtiğimizde mi görünür olur? Sevdiği için seçerse, acıdığı ve yardım etmek istediği için seçerse ya da yaraya tuz niyetine... Neler yaşar insan?
 


 
Peki sevdiğini seçse mesela... Mutlu olacak mıdır? Ayrı düşürülecekler mi? Senelerce hiç bıkmadan yazsalar birbirlerine... Senelerce birileri mektuplarını yırtıp atsa... Senelerce birbirlerini özleseler... Adres, telefon yokken ellerinde, izlerini kaybetmişken... Ve senelerce aynı saatte aynı metroyu kullansalar... Farklı yönlere gittikleri için... Ya da sola ya da sağa çevirmedikleri için başlarını... Birbirlerini görmek yerine özleyerek yan yana yürüseler... Senelerce
 

Sonunda bir gün yerde yatan evsizle ilgilenmeyi seçse oğlan, bir kaç dakika oyalanmış olsa bu sebeple... Ve rastlasalar birbirlerine... Seneler sonra...

 
 
Konuşsalar, anlatsalar, gülseler, ağlasalar... Kız telefonunu verse "iki gün sonra mutlaka ara beni" dese ve koşarak uzaklaşsa. Oğlan şokta elindeki kağıtta yazan numaraya bakarken... Bir yağmur damlası numaranın tam üzerinde patlasa ve numara da koşarak uzaklaşan Anna gibi yok olsa...
 


 
 
 
Sebep? Süper bir sebep var. Tam inancıma, tam sistemin bir'lik işleyişine uygun. Sebep şu; iki ay evvel, işsiz kaldığı için evde sıkıntıdan kahve yapan Brezilyalı bir işçinin kahve makinasından çıkan buhar :)) Evet! O minik buharcığın odada yaptığı minik ısı değişikliğinin, odadan dışarı, dışarıdan daha dışarıya tesiri ve bir yağmuru tetiklemesi. Yağmurun yağmuru, bulutun bulutu... Ve o damla... Tam o anda... Tam o kağıttaki numaranın üzerine... Ne kadar ince ve sanatsal bir sistem içinde yaşıyoruz. Sorumluluk alanımız ne kadar geniş... Elli kuruş para üstünü kul hakkı sayan zihniyetin sığlığı seriliyor insanın önüne...
 
Mr. Nobody izlenmesi gerekli bir film. Belki çoğunuz izlediniz ama tekrarında fayda var. Eminim ben dörtlerim :))))
 



 
Çok güzel çooook... :)
 
 
 
 
Sanırım İYİ NİYET VE SAMİMİYETLE yapılan her seçim doğru seçimdir.
Sevgiyle...