Üniversite son sınıfta fakülte mezuniyet
gecelerinden birindeydik. Pasaport'ta La Boheme disko vardı o zaman. O zaman
derken kast ettiğim, hani bekçilerin parklarda yalnız başlarına oturan genç bir
kızla erkek gördüklerinde "heyyyt noluyo lan burda" diyebilme hakkına
kavuştukları zamanlar.
O gece biz, bu son gelişmeler
nedeniyle başımıza geleceklerden habersiz, mezuniyet eğlencemizin tadını
çıkartmakla meşguldük. Çivi topuklu ayakkabılarım vardı ayağımda. Bir omuzunda
siyah payetler işli kazağımı giymiştim. Nisan'dı. Dans ettik, dans ettik, dans
ettik, tekrar tekrar dans ettik. Güzeldir dans etmek. Hiç birimizin alkole
fazla düşkünlüğümüz yoktu. İçtiysek de belki bir tane bira ya da cin tonik gibi
bir şey içmişizdir. Ama yok yok içmiş olsaydık Diyarbakırlı Ramazan çavuş
affetmezdi bizi.
Geceye nokta koymak istemiyorduk. La Boheme çıkışı Urla’ya Metelerin
yazlığına gitmeye karar verdik. Atladık Sinan’ın arabasına, ben, Selin, Mete doğru yazlığa.
Bu arada bilgi vereyim; dördümüzün de sevgilileri vardı ama hiç biri yanımızda
değildi. Biz iki kız iki erkek sadece arkadaştık. Derdini sevincini paylaşan,
samimi dört arkadaş, dört dosttuk. Şimdi kanka dediklerinden.
Yazlık buz gibiydi. Kaban ceket ne
varsa üst üste giyip bahçeye çıktığımızı hatırlıyorum. Birer kahve koyduk başladık
sohbete... "Dört sene ne çabuk geçti" / "Özliycez bu
günleri" / "Aramayan noolsun" muhabbetleri...
Evin önünde beyaz bir araba
durdu. Resmi plakalı. Arkasından ufak bir jip geldi. Kapılar açıldı, kapılar
kapandı. Yedi sekiz asker paldır küldür bahçeye girdiler. Resmen tüfekler
falan. Hepimiz şoktaydık. Çavuş bize oldukça sert bir ifadeyle sordu.
"Noluyo burda?" Ev
sahibi Mete olduğundan o cevapladı.
"Arkadaşlarla kahve
içiyoruz."
"Arkadaş ha!!! Külahıma
anlatın"
Mete gecemizi özetledi ama sonradan
adının Ramazan olduğunu öğreneceğimiz çavuş ikna olmadı. Gözüyle Selin’i ve
beni işaret ederek sordu;
"Bunların anası babası yok
mu?"
"Bunlar" yani bizler,
bizimle ilgili bir soruyu sormak için bile muhatap alınmamıştık. Erkeklere
sormuştu Ramazan çavuş. Dayanamadım;
"Ne demek bu?" dedim.
"Sus!" dedi.
Ne anlatsak, nasıl anlatsak, kaç
kere tekrar etsek olmadı. Fakat kılığımız kıyafetimiz Ramazan çavuşun zihnindeki
suçla pek uyuşmadığından mıdır bilmem, bu sefer hırsızlık imaları başladı.
Yazlıklara dadanmış hırsızlar varmış da… mış mış da... Mete atılıp;
“Abi hırsız dediğin bütün
ışıkları yakıp bahçede müzik çalıp kahve içer mi? Bırak ailelerimizi arayalım
gör bak ev kiminmiş.” dedi.
Ramazan çavuş izin vermedi. Hepimizi jipe bindirdi, doğru
jandarma karakoluna. Hayatımızda ilk defa başımıza gelen bu korkunç durum
karşısında şaşırmış, korku içinde kuzu kuzu bize söylenenleri yapıyorduk.
Karakola geldiğimizde Selin ve ben bodrumda basbayağı parmaklıklı bir yere
kapatıldık. Yukarıdan bizimkilerin ve askerlerin sesleri geliyordu.
Arkadaşlarımız sürekli ailelerimizi aramak istiyorlardı ama izin verilmiyordu.
Sonunda Ramazan çavuş sabah kumandan gelince kararı onun vereceğini söyledi.
Aşağıdan duyuyorduk.
Bize saatler geçmiyor gibi gelse
de, gün ağarmaya başladı.
Güneş doğdu.
Kumandan geldi.
Gözlerimizin altında mor
halkalar, kolumuzda bacağımızda tutulmuş kaslarımızın ağrıları vardı. Selin de ben de bir gecede zombilere
dönmüştük. Üzerimizde tılsımını, coşkusunu kaybetmiş gece giysileri, demir
parmaklıkların arkasında ranzanın alt katında, yarı soğuktan yarı korkudan
titreyerek oturuyorduk.
"Komutanım"
Yukarıdan bu seslenişi duyunca kulak
kesildik. Diğer söyledikleri anlaşılmıyordu ama komutan gelmişti ve bizimkiler
onunla konuşuyorlardı. Sesler bir yükseliyor bir alçalıyor, arada komutan
hepsini birden susturuyordu. Neler olup bittiğini öğrenmek için can atıyor ama
hakkımızda verilecek karardan ödümüz patlıyordu. Çocuk sayılırdık. Yasaları da,
haklarımızı da bilmiyorduk. Komutan daha öfkeli, bağırıp çağırmaya başladı.
Telaşlı bir koşturmaca vardı yukarıda ve ayak sesleri bize doğru yaklaşıyordu. Nefes
nefese yanımıza gelip demir parmaklıklı kapının kilidini şangır şungur açan asker
yukarı çıkmamızı işaret etti. Yüzünde sanki dostça bir ifade vardı. İyi
davranmıştı bize. Akşamki gibi değildi durum.
Yukarı çıktığımızda karşılaştığımız
manzaraya hayretle baka kaldık. Mete'yle Sinan komutanla oturmuş sohbet
ediyorlardı. Çaylar, simitler, peynirler...
"Gelin arkadaşlar" dedi
komutan, "Buyurun oturun"
Bizden ya beş altı yaş büyüktü ya değildi.
Aceleyle en yakınımızdaki koltuklara iliştik. Film gibi ama komutan Sinanların
uzak bir akrabasının oğlu çıkmıştı. Askerliğini bulunduğumuz karakolda
yapıyormuş. Her şey anlatıldı, her şey anlaşıldı. Zina da yapmamıştık.
Hırsızlık da.
İzmir'e dönmek üzere karakoldan
çıktık. Bahçede Ramazan çavuş yolumuzu kesti. Tavrı değişmişti. Biz kızlara "kusura
bakmayın bacılar" benzeri bir cümle kurdu. Bir sigara yaktı. Hepimize tek
tek tuttu. Hiç birimiz sigara içmiyorduk. Sağ ol dedik. Şaşırdı. Gece de alkol
kokmuyorduk. İki kız iki erkektik fakat sevgili değildik. Tuhaftık. Sigarasından
düşünceli düşünceli bir nefes çekti. Biraz kendinden, köyünden bahsetti.
Sevdiği kızın yüzünü bir kaç dakika görebilmek için neleri göze almak zorunda
olduğunu, ayıpları, günahları, töreleri anlattı. Oysa burada akranları bambaşka
hayatlar sürüyordu. Bizim yazlıkta geçirdiğimiz sıradan bir gece onun köyünde
gencecik hayatlara son vermek için yeterli bir suçtu.
Öylece anlattı bir süre
sakin sakin, uzaklara baka baka… Kötü olmadığımıza ikna olmuştu. Biz de onun
kötü niyetli olmadığına. Mete'yle Sinan'la sarıldılar. Ben tokalaşmak üzere
elimi uzattım. Bir durdu, düşündü, o da
uzattı elini. Sıkı sıkı tokalaştık. Sol elini getirdi, elimin üzerine koydu.
İki avucunun arasında tuttuğu elimi şöyle bir salladı. Güldü. Abi gibiydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder