1 Kasım 2017 Çarşamba

İlk -ve çok şükür tek- nezaret deneyimim :))



Üniversite son sınıfta fakülte mezuniyet gecelerinden birindeydik. Pasaport'ta La Boheme disko vardı o zaman. O zaman derken kast ettiğim, hani bekçilerin parklarda yalnız başlarına oturan genç bir kızla erkek gördüklerinde "heyyyt noluyo lan burda" diyebilme hakkına kavuştukları zamanlar.

O gece biz, bu son gelişmeler nedeniyle başımıza geleceklerden habersiz, mezuniyet eğlencemizin tadını çıkartmakla meşguldük. Çivi topuklu ayakkabılarım vardı ayağımda. Bir omuzunda siyah payetler işli kazağımı giymiştim. Nisan'dı. Dans ettik, dans ettik, dans ettik, tekrar tekrar dans ettik. Güzeldir dans etmek. Hiç birimizin alkole fazla düşkünlüğümüz yoktu. İçtiysek de belki bir tane bira ya da cin tonik gibi bir şey içmişizdir. Ama yok yok içmiş olsaydık Diyarbakırlı Ramazan çavuş affetmezdi bizi.

Geceye nokta koymak istemiyorduk. La Boheme çıkışı Urla’ya Metelerin yazlığına gitmeye karar verdik. Atladık Sinan’ın arabasına, ben, Selin, Mete doğru yazlığa. Bu arada bilgi vereyim; dördümüzün de sevgilileri vardı ama hiç biri yanımızda değildi. Biz iki kız iki erkek sadece arkadaştık. Derdini sevincini paylaşan, samimi dört arkadaş, dört dosttuk. Şimdi kanka dediklerinden.

Yazlık buz gibiydi. Kaban ceket ne varsa üst üste giyip bahçeye çıktığımızı hatırlıyorum. Birer kahve koyduk başladık sohbete... "Dört sene ne çabuk geçti" / "Özliycez bu günleri" / "Aramayan noolsun" muhabbetleri...

Evin önünde beyaz bir araba durdu. Resmi plakalı. Arkasından ufak bir jip geldi. Kapılar açıldı, kapılar kapandı. Yedi sekiz asker paldır küldür bahçeye girdiler. Resmen tüfekler falan. Hepimiz şoktaydık. Çavuş bize oldukça sert bir ifadeyle sordu.

"Noluyo burda?" Ev sahibi Mete olduğundan o cevapladı.
"Arkadaşlarla kahve içiyoruz."
"Arkadaş ha!!! Külahıma anlatın"

Mete gecemizi özetledi ama sonradan adının Ramazan olduğunu öğreneceğimiz çavuş ikna olmadı. Gözüyle Selin’i ve beni işaret ederek sordu;

"Bunların anası babası yok mu?"

"Bunlar" yani bizler, bizimle ilgili bir soruyu sormak için bile muhatap alınmamıştık. Erkeklere sormuştu Ramazan çavuş. Dayanamadım;

"Ne demek bu?" dedim.
"Sus!" dedi.

Ne anlatsak, nasıl anlatsak, kaç kere tekrar etsek olmadı. Fakat kılığımız kıyafetimiz Ramazan çavuşun zihnindeki suçla pek uyuşmadığından mıdır bilmem, bu sefer hırsızlık imaları başladı. Yazlıklara dadanmış hırsızlar varmış da… mış mış da... Mete atılıp;

“Abi hırsız dediğin bütün ışıkları yakıp bahçede müzik çalıp kahve içer mi? Bırak ailelerimizi arayalım gör bak ev kiminmiş.” dedi. 

Ramazan çavuş izin vermedi. Hepimizi jipe bindirdi, doğru jandarma karakoluna. Hayatımızda ilk defa başımıza gelen bu korkunç durum karşısında şaşırmış, korku içinde kuzu kuzu bize söylenenleri yapıyorduk. Karakola geldiğimizde Selin ve ben bodrumda basbayağı parmaklıklı bir yere kapatıldık. Yukarıdan bizimkilerin ve askerlerin sesleri geliyordu. Arkadaşlarımız sürekli ailelerimizi aramak istiyorlardı ama izin verilmiyordu. Sonunda Ramazan çavuş sabah kumandan gelince kararı onun vereceğini söyledi. Aşağıdan duyuyorduk.

Bize saatler geçmiyor gibi gelse de, gün ağarmaya başladı.
Güneş doğdu.
Kumandan geldi.

Gözlerimizin altında mor halkalar, kolumuzda bacağımızda tutulmuş kaslarımızın ağrıları vardı.  Selin de ben de bir gecede zombilere dönmüştük. Üzerimizde tılsımını, coşkusunu kaybetmiş gece giysileri, demir parmaklıkların arkasında ranzanın alt katında, yarı soğuktan yarı korkudan titreyerek oturuyorduk.

"Komutanım"

Yukarıdan bu seslenişi duyunca kulak kesildik. Diğer söyledikleri anlaşılmıyordu ama komutan gelmişti ve bizimkiler onunla konuşuyorlardı. Sesler bir yükseliyor bir alçalıyor, arada komutan hepsini birden susturuyordu. Neler olup bittiğini öğrenmek için can atıyor ama hakkımızda verilecek karardan ödümüz patlıyordu. Çocuk sayılırdık. Yasaları da, haklarımızı da bilmiyorduk. Komutan daha öfkeli, bağırıp çağırmaya başladı. Telaşlı bir koşturmaca vardı yukarıda ve ayak sesleri bize doğru yaklaşıyordu. Nefes nefese yanımıza gelip demir parmaklıklı kapının kilidini şangır şungur açan asker yukarı çıkmamızı işaret etti. Yüzünde sanki dostça bir ifade vardı. İyi davranmıştı bize. Akşamki gibi değildi durum. 

Yukarı çıktığımızda karşılaştığımız manzaraya hayretle baka kaldık. Mete'yle Sinan komutanla oturmuş sohbet ediyorlardı. Çaylar, simitler, peynirler...

"Gelin arkadaşlar" dedi komutan, "Buyurun oturun" 

Bizden ya beş altı yaş büyüktü ya değildi. Aceleyle en yakınımızdaki koltuklara iliştik. Film gibi ama komutan Sinanların uzak bir akrabasının oğlu çıkmıştı. Askerliğini bulunduğumuz karakolda yapıyormuş. Her şey anlatıldı, her şey anlaşıldı. Zina da yapmamıştık. Hırsızlık da.

İzmir'e dönmek üzere karakoldan çıktık. Bahçede Ramazan çavuş yolumuzu kesti. Tavrı değişmişti. Biz kızlara "kusura bakmayın bacılar" benzeri bir cümle kurdu. Bir sigara yaktı. Hepimize tek tek tuttu. Hiç birimiz sigara içmiyorduk. Sağ ol dedik. Şaşırdı. Gece de alkol kokmuyorduk. İki kız iki erkektik fakat sevgili değildik. Tuhaftık. Sigarasından düşünceli düşünceli bir nefes çekti. Biraz kendinden, köyünden bahsetti. Sevdiği kızın yüzünü bir kaç dakika görebilmek için neleri göze almak zorunda olduğunu, ayıpları, günahları, töreleri anlattı. Oysa burada akranları bambaşka hayatlar sürüyordu. Bizim yazlıkta geçirdiğimiz sıradan bir gece onun köyünde gencecik hayatlara son vermek için yeterli bir suçtu. 

Öylece anlattı bir süre sakin sakin, uzaklara baka baka… Kötü olmadığımıza ikna olmuştu. Biz de onun kötü niyetli olmadığına. Mete'yle Sinan'la sarıldılar. Ben tokalaşmak üzere elimi uzattım. Bir durdu, düşündü,  o da uzattı elini. Sıkı sıkı tokalaştık. Sol elini getirdi, elimin üzerine koydu. İki avucunun arasında tuttuğu elimi şöyle bir salladı. Güldü. Abi gibiydi.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder