9 Aralık 2018 Pazar

Bugün şeytanı gördüm



Filmi izlerken 'anne maymundan utandık'. Vücudu yanıklarla doluydu, kolunun altına kıstırdığı yavrusuyla ateşten kaçmaya çalışıyordu. Salondaki pek çok kişi refleksle yüzünü kapattı.  Çekim ekibi ona yardımcı olmuş ama onlar gibi yüz binlerce canlı daha vardı diye anlattı yönetmen. Palm yağı elde etmek için dikilecek palmiyelere alan açmak için yakılan yağmur ormanlarından kaçmaya çalışan milyonlarca canlıdan ikisiymiş o anne ve yavrusu. Filmi izledikten sonra palm yağını 'sağlığa zararlı' olduğu gerekçesiyle kullanmamak bana çok haysiyetsizce geldi.  

Filmde, endüstri çarklarının nasıl döndüğüyle daha önce hiç görmediğim şekilde yüzleşince kanım dondu. Otomatikman düşünmeye başladım; Acaba benim kaç canlının ölümünde, acı çekmesinde ya da haklarının ihlalinde payım var diye. Plastik dünyaya kaç poşet de ben katmışımdır?.. İsteyen inanır isteyen inanmaz ama çocuklarımızın hayatı az tüketmemize bağlı. Şu ankinden çok çok daha az tüketmeliyiz. Bunu yapmayan birinin çocuklarına sevgisi kuru bir iddiadan öteye geçmez. Kızan kızsın. Ya da otursun Die grüne Lüge /Yeşil Yalan filmini izlesin... Meksika körfezindeki petrol kazasından sonra BP deniz yüzeyindeki petrolü temizlemek yerine, bir kimyasal sıkıp tüm petrolün nasıl denizin dibine çökmesini sağlamış görsün. Tabi okyanusta ne kadar canlı varsa hepsiyle beraber. Ve ceo'nun basın açıklamalarını dinlesin. Ben adamın meymenetsiz suratına bakarken ürperdim. Resmen şeytanı gördüm. Bir katliam bu kadar soğuk kanlı nasıl aklanmaya çalışılır inanamıyor insan.  

Az tüketmek üzerine düşünürken zoru seçtim. Kolay olan her zamanki gibi benim dışımdakileri eleştirmekti. Bir işe başladın bari doğru dürüst yap ve kendine bak dedim. Kaç ayakkabım var benim? Kışlık iki bot. Ceni'nin verdiği sporlar. Bir de yağmur çizmelerim. Neden iki bot? Çin'de bir çocuk işçinin hayatının sömürülmesi benim iki bot sahibi olmama değer mi? Kaç çantam var? İki. Bir tanesi neden yetmez? Kotlarım? Dört tane. Üstelik hep aynısını giyerim. Şunlarım, bunlarım, ıvırlarım, zıvırlarım... Velhasıl sökük dikmeyerek, yama yapmayarak, yapanlara şaşarak, bu muhabbeti fazla duygusal bularak, televizyona kilitlenerek, kusana kadar yiyerek, yediklerimizi yakmak için geberene kadar spor yaparak, hepsine para sayarak, hep başkalarına kızarak yaşamak... Off... 

Filmin bir yerinde yönetmen Werner Boote, şimdi bir de "Dünyanın yaşayan en önemli entellektüelini ziyaret edelim" diyor ve kimin kapısını çalıyor? Noam Chomsky. O ne diyor? 

"Kafalar değişecek! Hedef önce kâr değil, önce dünyanın hakları, sonra canlıların hakları, ondan sonra kâr olacak. Sistem buna dönüşmek zorunda." 

&

Bence hırsızlığın tanımını güncellememiz gerekiyor. Klasik hırsızlık, israfın arkasına saklanan modern zaman hırsızlığının yanında ne kadar masum kaldı. Sırtında çuvalıyla, bir kaç şamdan, radyo, biraz para alıp giden hırsızların devri ne güzelmiş. Bugün artık süt danaların hakkı olan sütle bilmem ne kremalı bilmem ne tatlısı yapmak yavrulardan hırsızlık. Faturasını ödesen bile elektriği israf etmek emekten hırsızlık. Toplu taşımayı kullanabilecekken tek başına araç kullanmak oksijenden hırsızlık... Ohoooo daha neler çalıyoruz birbirimizden saymakla bitmez... Bu uğurda çocuklar yarış atı, anneler babalar yarış atı, herkes daha çok para kazanılacak bir pozisyona kavuşmak derdinde. Daha çok parası olan doğadan, masum canlılardan daha çok çalma yarışına devem edecek ama bu yarışı hep o aynı sekiz kişi kazanacak. 

Bütün bunlar gerçek olmasına rağmen işin doğrusu ben yine de karamsarlığa gelemiyorum. Yapı meselesi. Ümit etmeden duramıyorum. Bir an geliyor, of ya bir benimle mi düzelecek dünya diyorum. Özellikle canım çikolata istediğinde! Ama o anne maymundan utandım bir kere... İnsan olmak istiyorum artık.

Sevgiyle, yeşille... 



Not: Bir ürün ne kadar "yeşil" "sürdürülebilir" ifadeleri ile süsleniyorsa o ürün kesinlikle bu kavramlardan uzaktır.(mış) Werner Boote 
















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder